Sinemalara 2006 yılında girmiş bir romandan
uyarlanma filmle daha karşınıza çıkmış bulunmaktayım. Bildiğiniz üzere Dav
Vinci Şifresi romanı Dan Brown tarafından kaleme alınmış ve yazıldığı zaman
yarattığı etkiyi şu güne kadar kolay kolay hiçbir yazı insanlar üzerinde
yaratamamıştır. Çünkü roman içinde anlatılanlar gerçek olmasına rağmen gerçek
ile hayal gücü arasındaki o ince çizgiyi yakalayamayanlar için yazılan her
kelime acaba anlatılanların yazar tarafından kafasında oluşturduğu bir üst
kurmaca mı sorusunu bizlere sordurtuyor. Kolay bir şey değil farkındaydık
hepimiz. Doğu üzerinde her ne kadar bu kadar sert bir yumruk gibi darbe vurmuş
gibi görünmemiş olsa da en büyük hasarı Batı, Hıristiyanlık yemiştir bu
kitaptan. Kafanızda size yüzyıllardan beridir birisi inandığınız her şeyin
yanlış olduğunu söylese ve sizlere “Uygarlık
Tarihi”nin tozlu raflarından hikâyenin gerçeğini dinleme teklifini yapsaydı ne
tepki verirdiniz? Ona inanır dinler
miydiniz, yoksa merak edip sadece fikirlerini öğrenmek için mi dinlerdiniz?
Kimisi için şaheser olan, kimileri
içinde kitap yanında kötü bir uyarlamadan başka bir şey olmayan bir yapıt. Fakat
hakkını yememek lazım ki Ron Howard’ın yönetmenliğini üstlendiği Tom Hanks,
Audrey Tautou ve de tabiki Jean Reno’nun oyun oyunculukları filme ayrı bir hava
katmakta izleyicinin karşısına çıkmaktadır. Film olay örgüsü bakımından (romanı
okumayan için de dâhil) geçmiş ile merakı olan, uygarlıklar ve medeniyetlerin
tarihi ile ilgilenmiş olan her hangi bir insan tarafından rahatlıkla tahmin
edilebilir ve de kafasında filmin devamını kurabilir. Bu benim tahminim, şu ana
kadar yüzlerce böyle film izlediğim için belki de filmler konusunda böyle önseziye
sahip oldum; ama yine olsun yine de söylediklerimin arkasındayım.
Film Sion Tarikatı’ndan üst
mertebelilerinden birinin ölümüyle izleyici karşısına geliyor ve bu
cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Cinayet tarikat tarafından başkasının
üzerine yıkılmaya çalışılıyor ve film sonuna kadar başrol kahramanlarımız bir
yandan katilin kendileri olmadıklarını ortaya çıkarmaya çalışırken bir yandan
da “Kutsal Kâse”yi bulmaya çalışmaktadırlar. Emin olun yaklaşık 3 saat süren
film içinde eğer kendini kaptırırsanız olay akışına zamanın nasıl aktığını fark
edemezsin bile. Filmin en güzel sahnesi ya da en vurucu yeri artık nasıl tabir
etmek isterseniz neresi diye soracak olursanız açık bir şekilde filmin son “3” dakikasıdır.
Çünkü Magdalalı
Meryem’in gerçek mezarı, sonsuz uykuya daldığı Ahit’in yeri
gösteriliyor. Tabiî ki bu Ahit, Don Brown’ın kafasında yarattığı yerde
bulunmaktadır. Gerçekte böyle bir Ahit’in varlığı her zaman sorgulanmaya açık
ve de sırlar içinde sonsuza kadar gidebilecektir. Film içerisinde matematikten evrendeki altın
oran vurgusuna kadar, uygarlık tarihinden sembol bilimciliğine kadar, modern
yapıtlardan gizli ve sapmış tarikatların varlığının bir kez daha vurgulanmasına
kadar birçok gözden kaçmayacak konu işlenmiş ve izleyici karşısına
getirilmiştir.
Yazıyı bitirirken küçük bir not
düşecek olursam Magdalalı Meryem hakkında kimisi için İsa’nın karısı, kimisi
için ise İsa’yı her şeyi öğreten gerçek orijinal İncil’i yazmış kişi olduğu
tarihten günümüze kadar geliyor. Sanıldığı üzere tarihte anlatılanın üzerine
Meryem fahişe değildi. Şöyle düşünün hayatınızdaki bir kadına toplum tarafından
kötü davranılsın ve sürekli aşağılansın diye ona nasıl bir suç atardınız? Aynen
öyle o kadına fahişe derdiniz ki toplum onu aşağılasın, kötü davransın diye. O
zamanda da aynen öyle oldu. Kilise tarikat ile çıkarları ters düştüğü için
Magdalalı Meryem’e fahişe yakıştırması yaptı ve Meryem kaçarak sırra kadem
bastı.
Sonuç olarak diyebileceğim tek söz “izlemediyseniz,
böyle bir eseri kaçırmayın.”
İyi seyirler,
MS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder