Zekânızın sizinle oyun oynadığı
an oldu mu? Peki, bu anın içindeyken hiçbir oyunun içinde olduğunu fark ettiniz
mi? İnsanlar hayatlarında en mutlu olduğu anları veya güzel vakit geçirdiği
şeyleri yaparken zamanın farkında olmaz; aynı zamanda etrafında olup bitenin
veya kendisinde olan değişimleri de fark etmez. Bu Einstein’ın Kuantum fiziği
ile açıklanabilen bir durum.
Bu söylediklerim aklınızın bir
köşesinde kalsın bugün ele alacağımız film Ron Howard’ın yönetmenliğini
üstlendiği Sylvia Nasar’ın “Akıl Oyunları” romanının beyaz perdeye uyarlandığı
yine kitabın aynı ismiyle vizyona girmiş “Akıl Oyunları”. Film, kitabın
neredeyse bire bir uyarlaması olarak izleyici karşısına çıkmış ve şu güne kadar
yapılmış en güzel uyarlamalardan birisidir. Unutmadan söylemem gerekir ki,
Nasar’ın kale almış olduğu kitabın John Nash’in biyografisini ve dram
hikayesini anlatan bir kitap olarak zamanında okuyucu karşısına çıkmıştı. 2001
yılında ise kitap okuyucu karşısına değil, izleyicilere beyazperde de altın
tepsi üzerinde verilmiştir. Her ne kadar uyarlamanın kusursuza yakın olduğundan
bahsetsem de beyazperde de hikâye üzerinde oynandığını söylemeden geçemeyeceğim.
Yönetmen hikâyenin bazı yönlerini filmin akıcılığı yönünden her ne kadar
değiştirmiş olsa da hikâyenin gerçeğini bilmeyen kişiler için film gayet hoş ve
akıcı bir film olarak izleyici karşısında kalmaya devam etmektedir. Tabi, bunlar
benim fikirlerim. Benim için bu artı ve eksi yönleri varken sizin için belki de
başka yönleri olabilir.
Filmin konusu Russell Crowe’un canlandırdığı
John Nash adlı şizofren matematikçinin hayatı üzerinden olay örgüsünü sağlıyor.
Genç yaşında kendi kurmuş olduğu matematik kuramları ile dünyanın en iyi
matematikçi olmasına rağmen, zekâsının ona oynadığı oyunlarla kendi akıl
sağlığını yitirmeye başlıyor. Bencilliği ve her şeyi bildiğini sandığı o
kocaman ego hissi ise akıl sağlını kaybetmesinin farkına varmamasını sağlayan
oyundaki en büyük iki piyon. Hayatta herkesin önünde bir numaralı adam olan
birisi neden egoya sahip olur sorusunu sormadan edemeyeceğim. İnsan hayatında
demlendikçe, önemli mertebelere geldikçe ego duygusunun aslında boş bir duygu
olduğunu fark etmesi aşamasına gelmesi gerekirken neden hala o aç, doymayan ego
sürekli büyümeye çalışıyor? Filmde bir alt başlık olarak işlenen konu da bu
işte “ego”. Aslında ego, kendini büyük görmek veya herkesten üstün olduğunu
insanların yüzüne vurmak kimse için bir anlam ifade etmiyor. Eğer kafanızın
içindeki o organ size hayatı çok farklı göstermeye başlıyor ve sizi insanlardan
uzaklaştırıyorsa ego denilen, kendini üstün görme hissinin hiçbir anlamı yok. İnsanın hayatta en çok koruması gerekenin akıl
sağlığı dedirtebilecek bir film. Delilik ve dâhilik arasında bulunan o ince çizgide,
delilik tarafına doğru sürüklenen bir adamın hayatının nasıl bir anda döndüğünü
anlatan, izleyiciyi ekran başına kitleyen, acaba nasıl bir son gelecek dedirten
bir film “Akıl Oyunları”.
Halen izlemeyen kişiler varsa açık
bir şekilde söyleyebilirim ki çok şey kaçırmışsınız. Beyazperde de gerçek bir
kişinin hayatının konu alınıp bunu izleyici karşısına çıkarılmasının ayrı bir
başarı göstergesi olduğunu düşünmemin üstüne ayriyeten film içerisindeki
duyguların izleyiciye de hissettirilmesi mükemmel bir şey. Ron Howard’ın
yönetmeniği yapmış olduğu, Jennifer Connelly, Paul Bettany, Josh Lucas ve özellikle
(başrol) Russel Crowe’un oyunculuğunu yapmış olduğu tam bir başyapıt
diyebileceğim bir film.
Aklınızın size oyun oynamasına
izin vermeyin. Çünkü bazen fark ettiğinizde her şey için çok geç olabilir.
İyi seyirler,
MS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder