21 Haziran 2014 Cumartesi

YABANCILAŞMANIN GETİRDİĞİ YENİ SİSTEM: MODERN TOPLUM - Murathan Süer





Yazıma başlamadan önce belirtmek isterim ki ele almış olup sizin okuyacağınız bu yazım Georg Simmel’in “Metropol ve Zihinsel Hayat” adlı kitabında bulunan bir bölüme eleştiri niteliğinde bir değer taşımaktadır. Simmel’in kitabında belirtmiş olduğu düşüncelerini gerektiği yerlerde desteklemek veya da gerektiği yerlerde aksini söylemeye çalışıp size aktarmam başlıca hedefim.


Georg Simmel’i birey olarak incelediğimiz zaman muhafazakar bir insan olarak gözüken; ama kitaplarında ya da makalelerinde liberal ideoloji ağırlıklı yayımlanmış yazılı eserlerinin olması gözlerden kaçmamaktadır. “Metropol ve Zihinsel Hayat” adlı makalesinde de liberal düşüncelerini okuyucuya yansıtmaya çalışmış ve bunda da yeterince başarılı olmuş gibi görünmektedir.


Metropol ve Zihinsel Hayat”’ kitabında benim ele alacağım konu metropollerin insanlar üzerindeki olumsuz mental sorunlara sebep olmasına rağmen yine de her şeyin çözümünün, ilacının yine sorunu yaratan, başlatan yer olan metropollerde olacağı düşüncesi hakkında olacak. 

            İnsanlar kendi ürettiklerinin efendisiyken, kendi ürettiklerini metropole teslim ederek köle durumuna düşmek ne kadar mantıklı bir şey? Hiyerarşinin olmadığı herkesin istediğini yapabildiği bir ortamdan; hiyerarşinin olduğu, insanların birbirine emir verdiği, iş bölümünün olduğu ve gününün yarısını çalışarak geçirdiği bir topluma geçiş nasıl olurda insanlar tarafından benimsenebilir? Modern toplum nasıl, neden, ne amaçla ortaya çıktı? Kim tarafından yaratıldı?


Artı değer mal ile ortaya çıkmış, sistemin bozulması ile insanların birbirlerine ekonomik olarak hükmetmeye çalışmalarından kaynaklı, insan eliyle kendilerini kontrol etmek ve onları sınırlayabilmek için kurulmuş topluma modern toplum denmeye başlanmış. Modern toplumların en büyük, en gösterişli, en kalabalık hallerini ise metropoller oluşturmuştur.

Simmel’de bu durumu “Metropol daima para ekonomisinin yeri olmuştur.”1 sözü ile dile getirmiştir. Burada Simmel’e katılmamak elde değil. Çünkü bütün yabancılaşmanın ekonomik sebeplerden dolayı ortaya çıkması ve de büyük şehri büyük yapan özelliğin yine baş aktör olan ekonomi olduğunu görünce insan şaşırmaması gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki bütün her şeyin başlangıcı ekonomik olarak yabancılaşmadır. Metropollerde ise yabancılaşma durumu insanın ekonomik doğasına yabancılaşmasının doğal doğasına yabancılaşmaya dönüşmesi olarak gözlemlenmektedir.

İlkel toplumlarda yabancılaşma başladıktan sonra düzeni sağlamak için devlet kurumu ortaya çıkmaktadır. Kanunların, kralların, görevlerin, toplum içerisinde sınıfların olduğu bir kurum oluşmaktadır. “Devletin ortaya çıkışı, sınıfların doğuşunu belirler.”2 Devlet bir makine gibi bir forma bürünmektedir. Bu makine içerisindeki insanlar canlı bir organizma gibi çalışmaktadırlar. İnsan vücudunda bulunan birer hücre gibi olup hayatta kalabilmeleri için makine içerisinde birbirlerine ihtiyaçları bulunmaktadır. İster bu insanları bir makinenin içerisindeki çarklara benzetelim ister insan bedenindeki hücrelere benzetelim hayatta kalıp görevlerini yerine getirebilmek için insanlar birbirlerine bağlıdırlar.
 


Eğer görev yerinden bir kişi çıksa veya o göreve atanan insan sisteme karşı geldiği zan itibari ile bu insanlar tarafından oluşturulan makine işlemez, veya da işler olsa bile ileride oluşabilecek bir sorunun nedeni olacaktır. İnsanlar modern toplumlarda onlara atfedilen özgürlük, eşitlik veya da daha liberal düşünceler aslında hiç de doğru değildir.

Çünkü insanların özgürlükleri ellerinden alınmış ve onlara özgür oldukları kanısı aşınarak insanları kendi ideolojik çerçeveleri etrafında toplamışlardır. İnsanlar bu denli toplumlarda sistematik ve robot gibi çalışmakta ve hem kendi hayatlarını hem de devletin hayatta kalmasına çalışmaktadırlar. Simmel kendi makalesinde durumu “Özgürlük herkesin sahip olduğu o soylu tözün, doğanın bütün insanlara verdiği ama toplumun ve tarihin bozduğu tözün ön plana çıkmasını sağlayacaktı.”3 cümlesiyle açıklamaktadır. Bu denli toplumlarda insanlar iki çeşit yorgunluk tipi görülebilmektedir. Bunlardan birisi fiziksel yorgunluk, ikincisi ise zihinsel yorgunluktur. Birinci yorgunluk türü doğal şartlar çerçevesinde dinlenilerek geçerken; metropollerde en çok görünen yorgunluk çeşidi olan zihinsel yorgunluğun tedavisinin hiç de kolay olmayacağı hatta sonuçlarını ölümle bile sonuçlanabileceği gözlemlenebilmektedir. Ben bu konuda yazara katılmamakla beraber yazarın “sorunu yaratanın da çözümünü insanlara verenin de metropollerdir.” sözünü inandırıcı bulamıyorum. Çünkü insanların ölümüne sebep olan bir metropolde, metropolün,  çözüm sunamayıp insanların hayatını kurtaramaması; çözümünün metropollerden gelmediğini açıkça göstermektedir.
  
Uzmanlaşmış kişilerin veya da toplum yararına çalışan insanların belli bir zaman içerisinde kendi yaptıkları işten sıkılması ve yapmak istememesi gözlemlenebilmekte; ama hiç bir şekilde bunu iç dünyalarından dış dünyaya vuramamaktadırlar. Çünkü bu sisteme karşı bir hareket olur ve makine (metropol) işlevini sürdürebilmesi için hemen çarklarını (çalışan insanlarını) değiştirebilir. Filmlerde çalışan bir insanın tatile çıkmasını veya da öğle arasının olmadığını göze çarpmakta ve sanki insanların köle gibi çalıştıkları izlenimine varmaktayız. Şehrin gücünü arttırmak için sürekli çalışan insanların zihinsel yorgunluğunun ortaya çıkması gayet normal bir şey olmaktadır.

Metropoller içerisindeki zengin-fakir ayrımının olması toplumun çok da adil bir şekilde dağılmadığını ve metropolün bütün insanlara aynı şekilde hizmet ve yardım sağlayamadığını gözler önüne sermektedir. Eğer bütün olumlu şeyleri şehir sağlıyorsa bazı insanlar diğer insanlardan neden üstün sorusu akıllara gelmektedir. Zenginler mental ve fiziki olarak hayatlarını gayet güzel bir şekilde geçirmelerine rağmen, fakir insanlar neden zenginlerin artıkları ile geçimlerini sağlamaya çalışmaktadır. Sorun dönüp dolaşıp yine en başa artı mala değer sahip insanların yarattığı otoriter üstünlüğe geliyor. En başta itibaren ekonomik olarak insanları kendilerine köleleştiren insanların bir araya gelmesi ile şehrin insanları kendine karşı köleleştirmesi arasında bağ olduğunu düşünmekteyim. Sistem öyle oluşturulmuş ki insanlar birbirlerinden kopamaması ve bu durumdan da şikâyet etmemeleri metropolü insan üzerinde büyük ve gösterişli yapan en büyük özellikleri arasında sayılabilir.

Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” kitabında dediği gibi “İnsanlar özgür doğar, oysa her yerde zincire  vurulmuştur.”4 Rousseau’nun da bireyler özgürdür; hayatlarını özgürce yaşamalıdır; dilediklerini yapmalı; hayattan tek beklentileri bu temelin üzerine kurulmalıdır. Fakat insan hiçbir zaman bu istediği temeli oturtamaz demektedir. Çünkü insan her yerde köleleştirilmiş; birbirlerine zincirlerle bağlanmış; ve de birbirlerine bağlı bırakılmışlardır. Toplum da insanların bireyselleşmesi, her bireyin eşitliği ve de bu eşitliğin devletçe korunması ön plana çıkarılırken akıllarda sorulması gereken soru şu olmalıdır: “Peki, herkes eşitse insanlar kendilerini diğerlerinden nasıl ayıracak?” Bu sorusunun cevabı bana göre zeka, yetenek ve tabi ki paradır. Cevat Özyurt kendi makalesinde “Kentli insan hızlı karar vermek durumunda olduğu için kalbiyle değil zihniyle tepki verir.”5 sözlerini kullanarak metropollerde insanları birbirinden ayıran özelliğin duygu değil akıl olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.


Bakış açımızı sabit tutmayıp çok yönlü bakmaya çalışırsak yeni olgularında ortaya çıktığını görebilmekteyiz. Örneğin durumlara sadece metropol insanının gözünden incelemeye kalkarsak bazı şeyleri görmeyebiliriz. Ne demek mi istiyorum?

 Demek istediğim şudur ki eğer bakış açımızı metropollü bir insan yerine kırsal, eski veyahut da siz ne derseniz artık onun bakış açısı ile bakarsak metropolün insanlar üzerinde güvensizlik duygusu yarattığı, duygularla değil de mantıksal olarak hareket edilmesinin sonucu olarak kalpsiz, duygusuz veya da insanlar arasındaki ilişkilerin çıkarlar üzerine kurulmasından kaynaklı sıcak yerine insanlar birbirlerine soğukturlar düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Simmel kaleme almış olduğu yazısında “İnsanların metropol ortamında hissettiği “güvensizlik duygusu” onları daha temkinli yapar. Bu temkinli kent insanı küçük kasabalılar tarafından “soğuk” ve “kalpsiz” olarak görülür. Temkinlilik sadece kayıtsızlık değildir, “yakın bir temas anında öfke ve kavgaya dönüşebilecek belli belirsiz bir nefret, karşılıklı yabancılık ve tiksintidir.”6 sözleri ile durumu ele almış ve insanların gözünde betimleme yapmaktadır.  
  
Devam edecek olursak üstüne üstlük kırsal kesimdeki çalışma saatleri daha azken, insanların birbirleri ile ilişkileri daha aktifken, insanlar hayatlarından daha memnun gibi görünüyorken; neden insanlar metropole eski yaşamlarından daha mutsuz olmak için, daha çok çalışmak için, daha az dinlenebilmek için gelirler ki? Ben çözümün metropolde olduğuna çok çalışmak için, daha az dinlenebilmek için gelirler ki? Ben çözümün metropolde olduğuna inanmıyorum. Böylesine büyük ve gösterişli şehirlere insanlar kendilerini gösterebilmek için tek nedenleri meşhur olup bütün dünyaya açılabilmek. İnsanlar sadece zamanın büyük şehirleri olan dünyaya açılan kapıları olan şehirleri seçmektedir. Yoksa kimse bu sistemin içinde ezilmek istemez. Fakat, şunu da söylemeden edemeyeceğim. Büyük şehirlere gelen insanlar bir daha eskiye dönüş yapamıyor ve var olan durumlarından kopamamaktadır. Bu durum sosyolojik olarak ciddi bir sorun teşrif etmekte ve günümüzde hala bu sorunun cevabı tam olarak tanımlanamamaktadır.

Simmel’in makalesini nasıl buldunuz diye bir soru yöneltmiş olduğunu varsayıma dayanarak şu cevabı açık ve içten bir şekilde verebilirim. Simmel’de Karl Marx ‘Das Kapital’de yaptığı hatayı yapmış bulunmaktadır. Her şeyi o kadar güzel açıklayıp, insanların iç dünyalarına kadar inebilen bir yazar nasıl olur da çözümün yine metropolde olabileceğini söyler. Kendi fikrimi söylemem gerekirse eğer, insanlar metropolün büyüsünden nasıl kurtulabilir ve eski daha mutlu olan hayatlarına geri dönüş yapar sorusuna tek bir kelime ile cevap verebilirim. İmkansız. Çözüm yoktur. Çünkü dönüşüm bir kez başladıktan sonra kimse geriye dönemez. Metropol büyüyen bir kara delik gibidir ve etrafındaki her şeyi yutmaya başlar. Hatta kendi kurucusu, yaratıcısını bile. Metropol bir canavar olmuştur ve insanların artık iki şansları vardır. Ya canavar ile yaşamaya alışacaklar ya da kaçıp kendilerini kırsala geri atacaklar. Ama ikinci seçeneği tercih edenler unutmamalıdırlar ki metropol bir kara delik, bir gün bulundukları yeri de yutup kendisinin bir parçası yapabilir.
 
1 Simmel, Georg," Metropol ve Zihinsel Hayat," in Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür (İstanbul: Metis, 2009)
2 Clastres, Pierre. Devlete karşı toplum. (İstanbul: Ayrıntı, 2011.) S,159.   
3 Simmel, Georg," Metropol ve Zihinsel Hayat," in Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür (İstanbul: Metis, 2009). S,329.
4 Rousseau, Jean-Jacques. Toplum Sözleşmesi. (İstanbul:Oda Yayınları,2010) 
 5 Özyurt,Cevat. Urban Life in The Sociology of Twentieth Century, http://sbe.balikesir.edu.tr/dergi/edergi/c10s18/makale/c10s18m6.pdf, s.114.
6 Simmel, Georg," Metropol ve Zihinsel Hayat," in Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür (İstanbul: Metis, 2009).S, 417.  

MS





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder