21 Haziran 2014 Cumartesi

Fellini'nin Roma'sı ve Allen'in Paris'te Gece Yarısı filmlerinin "Altın Çağ" çatısı altında incelenmesi



ALTIN ÇAĞ


    Nostalji nedir? Geçmişteki mutlu olayların olduğu ana duyulan özleme kısaca nostalji adını verebiliyoruz. Her dönem insanın içinde barındırdığı bu özlem kimileri tarafından hastalık kimileri tarafından ise mutluluk kaynağı olarak günümüzde dile getirilmektedir. Peki nostaljinin yanında altın çağ vurgusu neye yapılmaktadır diye ele alacak olursak, altın çağın toplumun duygularında barındırdığı mükemmel dünya idealini ortaya çıkaracak olan metafor olduğunu görmekteyiz. Fark edebileceğimiz üzere nostalji-altın çağ arasında kopmaz, birbirlerinin içine geçmiş bir durum söz konusudur. 


   Altın çağ, kimine göre nostaji olan kelime geçmişe duyulan özlem ve geçmişe olan sevgiyi içinde barındırmaktadır. İnsanlara huzuru, mutluluğu, zenginliği ve özgürlüğü getirileceği düşünülen bu özlem çoğu insan tarafından benimsenmektedir. Fakat unutmamamız gereken bir nokta vardır ki o da her insan için farklı olan farklı geçmişe dönük anılardır. Nedir bu? Aslında açık bir şekilde diyebiliriz ki her insan geçmişteki farklı bir anıya, olaya veya zamana özlem duyar ve o nostalji içerisine girer. Altın çağ ile olan bağında ele alacağımız üzere her insanın “Altın Çağı” farklıdır. Günümüzdeki bir insan nasıl 1950li yıllara özlem duyuyor olabilirse, 1950lerde yaşayan her hangi bir insan da 1890lı yıllara özlem duygusu içerisinde olabilir. “Christopher Lasch characterized nostalgia as a placebo that allows one to accept the status quo uncritically and inhibits deeper social criticism .”1 Lasch bu cümlesinin açık uçlu söylemiş ve bu cümle üzerinden birçok farklı anlam çıkarılmıştır; ama benim burada Lasch’ın cümlesinden anladığım onun da belirttiği gibi nostaljinin temelinde derin olarak sosyal bir eleştiri söz konusudur. Bu yüzden herkesin nostalji algısı farklıdır.

Bu yazıyı kaleme almamın sebebi Federico Fellini’nin “Roma” filmi ile Woody Allen’in “Paris’te Gece Yarısı” adlı filmlerinin nostalji çerçevesi içerisinde ele alınıp alınamayacağı ile ilgilidir. İki film için de ilk izlenildiği zaman aynı çerçeveden bakılabileceğini akıllarda uyandırmaktadır; ama tekrar tekrar izlenildiğinde aslında çok farklı bakış açıları ile beyaz perdeye yansıtıldığı anlaşılmaktadır. Filmlerin ortak özellikleri olarak iki filmde komedi ana teması altında toplanırken değindikleri noktalar tamamen farklıdır. Filmleri bir veya birden fazla izlerseniz eğer, atladığınız yerlerin veya gözden kaçırdığınız yerlerin hayli sayıca olduğunu fark edeceksiniz.


Filmlerin çekildiği zamanların farklı olsa bile filmlerin kalitesinden, vermek istediği mesajlardan ve olay örgüsünden dolayı filmlerin ölümsüzleşmesi söz konusudur. Aslında yazıma başlamadan önce söylemem gerekirse Woody Allen’ın tarzından kopamayıp sürekli onun çektiği filmleri ön plana alan veya Federico Felli’ni gibi bir yönetmenin de geçmişteki filmlerini bu denli önemli tutarak fırsat buldukça izlemeye çalışan bir insan da nostalji akımına kapıldığını söylemek zorundayım. Bu iki yönetmenin filmlerini ele alacağım için böyle spesifik iki örnek kullandım. Bunun dışında geçmişten bir çok yönetmen sayılabilir ve ele alınabilir. 


Fikrimi soracak olursanız nostalji sadece geçmişe özlem değil, geçmişteki yapıtları bile özlem, zevk ve mutluluk duyguları içerisinde incelemek nostalji çerçevesi içerisine girmektedir. Bunun nedeninin cevabı olarak günümüzdeki yönetmenler güzel film çekemiyor, günümüzdeki yazarlar kendilerini yazar sanıyor veya da günümüzdeki mimarlar geçmişle kıyaslanamayacak şekilde gibi cümleler işitilmektedir. Benim de demek istediğim geçmişteki sanatsal herhangi bir şeye dahil duyulan özlem nostalji çerçevesi içerisine girmektedir.

    Ele almış olduğum bu yazımda Roma ve “Paris’te Gece Yarısı” filmleri nostalji-altın çağ ilişkisi çerçevesinde inceleyip sizlere sunmaya çalışacağım. İlk olarak Roma ile başlayacak olursam Fellini kendi yapıtında yarı-otobiyografik, yarı düşsel bir şekilde anılarından, tutkularından ve rüyalarından esinlenerek kendi kafasında kurduğu Roma'yı izleyiciye yansıtmaktadır. Yani demek istediğim Fellini Roma filminde kendi kafasındaki Roma'yı kurmuş ve rüyasını beyaz perde üzerinde gerçeğe dönüştürmüştür. Filmin başından sonuna kadar izleyiciler (Fellini'nin hayatını bilenler için diyorum) yer yer Fellini'nin hayatından izlere rastlamaktadırlar. 1970li yılların Romasına bakıldığı zaman her ne kadar Roma filmi bağdaşmasa da Fellini'nin anılarından yola çıkarak komedi türü adı altında izleyiciye rengarenk bir Roma gösterilmeye çalışılmıştır.  Vesey'in de dile getirdiği gibi “Nostalgia fuels the image of the past, but without demonstrating the day-to-day realities of what life was really like.”2 Kelime kelime çevirmeye gereksizin demek istediğim şudur ki anılar değişkendir kimine göre mavi olan bir şey kimisine göre kırmızı olabilir. “Becker presents us with a final sequence that is at once nostalgic for a time and place of lost promise and that calls into  question the validity of that nostalgia, based as it is on faulty recollections.”3 Becker’in de bize dediği gibi hatıralar hatalar üzerine kuruludur. Hayatta kimse geçmişini an ve an hatırlayamaz. Anıları incelediğimiz zaman başı veya sonu yoktur sadece mutlu olduğunuz bir an vardır ve insanlar sadece geçmişe özlem duyduğu zaman o anı hatırlamaya çalışır. Film dışında bu konuya örnek vermek gerekirse çok mutlu olduğunuz bir çocukluk geçirmişsinizdir ve ilerleyen yaşlarınızda çocukluğunuzun güzel geçmesinden dolayı özlem duyarsanız; ama bu özlem duyduğunuz anların ne başı ne de sonunu an ve an hatırlamazsınız. Aynı şey aileniz için de geçerli sizin için anlamlı gelen bir anı, yakınlarınız için hatta aileniz için bile anlamlı veya değerli gelmeyebilir. Sonuç olarak Fellini beyaz perde üzerinde kendi Roma'sını yaratırken bir şekilde anılarının hepsinin başını veya sonunu izleyiciye yansıtmaya çalışmaktadır ve bunu yaparken de izleyiciyi güldürme çabası içerisindedir. Nostalji çerçevesinde ele aldığımız şeyler mantık çerçevesinde incelenebilecek konular değildir. Nostalji duygularla kendi yolunu kendi açar ve nostaljinin ana temalarının özlem, hüzün ve mutsuzluk. Neden bu temalar diye bakacak olursak geçmişin daha güzel olmasından kaynaklı geçmişe olan özlem olduğunu, geçmişin insanlara daha güzel bir yaşantı verebilecek olmasından kaynaklı şu anki yaşamlarında  barındırdıkları hüznü ve de geçmişteki durumlarının insanı daha çok mutlu edebilecek duygusu üzerine şu an yaşanılan mutsuzluğun bütün çözümlerinin geçmişe dönüş olacağı düşünülmektedir. Bu yüzden bu dediklerimden sonra “Roma” filmi nostaljik yerine komedi türünde geçmişi eleştirmedir. Çünkü geçmişini değiştirerek, geçmişteki anılarını kendine göre hatırlayarak insanlara böyle gülünç bir şekilde anlatan bir insanın yapıtının nostalji çerçevesi içerisinde inceleneceğine taraftar değilim.


   Nostaljinin yaratmış olduğu etki insandan insana değişmesine rağmen nostalji için hastalıktır diyebilirim. Eğer hayatındaki en doğru, en güzel, en mutlu anları geçmişte arayan bir insan kendi zamanını yaşayamamakta hatta kendi zamanında kendi hayatını böcek gibi sürdürmektedir. Hayattan zevk almayan, hayattan mutluluk duymayıp sürekli geçmişi kendi yaşadığı güne getirmeye çalışan bir insanın yapmaya çalıştığı hastalık değil de nedir? Bu konuyu bir örnekle açıklamak galiba hem sizin için hem de kendim için daha kolay olacaktır. Mesela hayattan zevk almayan, sürekli mutsuz ve suskun olan bir insan ele alalım. Yakınları bu insanın bir sıkıntısı olduğunu ve onla konuşmaya çalışacakları aşikardır. Çözüm bulamayan yakınları onu doktora götürmeye karar verir; ama doktorun da çözüm için elinde ne bir ilacı ne de tıbbi bir bilgisi vardır. Hasta olduğu düşünülen insan doktorun arkasında görmüş olduğu kırsal hayatı anımsatan tabloyu gördüktün sonra yüzü gülmeye başlar. Durumu sadece doktor fark etmiştir ve hemen kanıyı koyar. Hastılığın adı nostaljidir. Hasta olan adam şehir hayatından bıkmış ve duvarda gördüğü tablonun kendi büyümüş olduğu bölgeye benzediğini fark ettikten sonra konuşmaya başlamaktadır. Adamın artık yüzü gülmekte, duymuş olduğu hüzün azalmakta ve özlem duyduğu yerlere geri dönüşü söz konusu olmaktadır. Doktorun reçeteye yazdığı tek bir cümle vardır o da “iyileşmek istiyorsan köyüne dön” olmuştur. Açık bir şekilde diyebilirim nostalji hastalıktır. İnsanlar geleceği yaşamak , gelecekte iyi bir yaşam için kendi yaşadıklarını günü harcayabilirler; ama insanlar kendi günlerini daha güzel yaşayacağı kanısına vararak geçmişlerini kendi günlerine getirmek boş uğraştan başka bir şey değildir. 

“Roma” filmi açık bir şekilde göstermektedir ki nostaljiden çok komedi bazında eleştirel bir bakış açısıyla perdeye yansıtılmış bir filmdir. Filmde onca ünlü insan oynamasına rağmen (bana kalırsa) tek başrol vardır o da “Roma”nın ta kendisidir. Fellini beyaz perde de izleyicileri kendisin öyle bir bağlamıştır ki izleyici bir yandan filmin sonuna kadar olan süreçte daha ne gibi yeni şeyler gelip güleceğiz fikri ile filmi dört gözle izlemektedirler. Filmin başında gösterilen klise eğitimi, filmin ortalarında gösterilen sokaktaki şaşalı eğlence hayatı ve trafiğin kitlenmesi, filmin sonlarına doğru genelev sahnesi ve son olarak filmin bitişinde Papa'ya giydirilen o rengarenk kıyafet filmde nostaljinin olmadığının göstergesidir. Neden nostalji değil diye açıklamam gerekirse sırasıyla diyebilirim ki geçmişinde klise eğitimi almış birisi anılarını tekrardan canlandırırken hocalarıyla dalga geçmez. Roma gibi böylesine büyük bir şehri bütün dünyaya tanıtmak için açan bir yönetmen filmin ortasında yer alan trafiğin kitlenme sahnesini insanlara göstermez. Her ne kadar Fellini o trafiği o duruma nasıl soktuğuna kendi kendime cevap bulamasam da tekrar tekrar hayranlıkla o sahneyi açıp o kaosu incelemişimdir. Devam etmem gerekirse filmin başından sonuna kadar olan insanların mutluluğu insanın akıllarına Roma'da herkes mutlu mu sorusunu getiriyor? Hayır her insanın barındırdığı duyguları Roma insanları da barındırmıştır; ama Fellini kendi hayatından anıları ve kendi rüyasını perdeye aldığı için herkes mutlu olarak gösterilmek istenmiştir. Değineceğim diğer bir nokta filmde yapılan arkeolog kazılarından sonra bulunan eski yapıtlarının hepsinin nasıl bir çırpıda insan eliyle yok edilebeleceği izleyicilere çok güzel yansıtılmıştır. Eğer bir yönetmen nostaljiye vurgu yapmış olsaydı nasıl olurda böyle bir şeyi kameraya alacağı düşünülebilirdi? Geçmişin iyi, geçmişin kusursuz olduğu ideolojik olarak öğretilen nostalji çerçevesinde Fellini nostaljik ise ne diye geçmişinde böyle beceriksiz arkeologlar olduğunu izleyicilere göstersin ki? Filmden dile getireceğim son durum ise o son sahnedeki defile tarzında düzenlenmiş, insanların hepsinin farklı kıyafetlerde yürüyüşü, ve Papa'nın gökkuşağı gibi rengarenk perdeye yansıtılmasıdır. Son sahnede her geçen bir önceki kuşağın kıyafetlerini giymiş bir şekilde sahneye çıkmış ve yürüyüşlerini tamamlamışlardır. Bu ana kadar bu durum her ne kadar izleyici tarafından komik olarak algılansa da son olarak Papa'nın gökkuşağı şeklinde izleyici karşısına çıkarılması Fellini'nin açık bir şekilde o an o sahnede bulunan herkesle dalga geçtiğini bizlere göstermiştir.

Açıklamaya çalıştığım gibi Fellini'nin “Roma”sı nostalji değildir. Rüyaların, düşlerin, hayal gücünün ve anıların oluşturduğu bir yönetmenin bir şehir hayatını daha ne kadar uç bir şekilde anlatabilirdi diyeceğimiz bir yapıttır “Roma”. Fellini'nin asıl yapmak istediği şey geçmişe olan özlemi yansıtmaktan çok geçmişle nasıl dalga geçiliri izleyiciye yansıtmaktadır ki bunu da gayet başarılı bir şekilde yapmıştır.

Diğer bir kaleme alacağım film ise “Paris’te Gece Yarısı”'dır. Eğlence amaçlı gelinen bir şehir bir ailenin hayatını nasıl değiştirir bunu izleyiciye yansıtan bir filmdir. Başrol oyuncumuzun Paris’te gece yarısı sokaklarda yürürken kaybolması üzerine yaşadığı macerayı, geçmişe yolculuğu konu alan film komedi türünde yapılmış çok başarılı bir Woody Allen yapıtıdır. Her gece çanın çanması ile geçmişe başlayan yolculuk başrol oyuncumuza yeni bir dünya yaratmaya başlamakta ve geçmişe olan hayranlık izleyiciye gösterilmek istenmiştir. Roma filmi ile karşılaştırıldığı zaman “Paris’te Gece Yarısı” filmi nostalji üzerine kurulmuş ve bu durum da çok başarılı bir şekilde işlenmiştir. Geçmişe dönüşten başlayıp kendi hayatındaki zamana kadar olan süreç içerisinde başrol oyuncumuz bir çok ünlü isim ile tanışmakta ve aslında gerçeğin gece yarısı başlayan düş gibi olan bir gerçekte olduğunu düşünmeye başlamaktadır. Film içerisinde Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald, Cole Porter, Ernest Hemingway, Pablo Picasso, Stein, Adriana gibi ünlü isimlere değinilmekte ve sanata ilgisi olan herhangi biri için gerçekten büyüleyici gelmektedir. Filmde iki zaman arasında sıkışıp kalan baş karakterimiz bir yandan 2010lu yılları yaşarken, bir yandan da kafasındaki altın çağ olarak adlandırdığı 1920li yılları yaşamaktadır. İki farklı hayatı olan insan gerçek olan kendi zamanını mutsuz, ümitsiz, hüzünlü bir şekilde geçirirken gece yarısı yaşadığı hayatı, 1920’li yılları, kendi kafasındaki altın çağı mutlu, gerçek, umut dolu ve rüya gibi yaşamakta ve hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu film tamamen nostalji üzerine kurulmuş ve rüyaların aslında gerçek gibi yansıtıldığı bir durum söz konusudur. Woody Allen’in ana tema olarak komedi aldığı bu filmde nostalji-altın çağ vurgusu açık bir şekilde yapılabilmektedir. Başlarda da dediğim gibi anılar değişken olduğu için herkesin nostalji vurgusu farklıdır. Sonuç olarak herkesin altın çağı da farklıdır. Filmde bu durumu gayet açık bir şekilde görmekteyiz. 2000li yıllarda yaşayan bir insan nasıl 1920’li yıllara özlem duyabiliyorsa, filmde gördüğümüz gibi 1920’li yıllarda yaşayan bir insanda 1850’li yıllara özlem duyabilir. Bu durum geçmişten günümüze çoğu insan için geçerlidir.

Altın çağ vurgusunu yaparken unutmamız gereken nokta insandan insana değişebilecek ekonomik, sosyal, siyasal, edebi veya teknolojik değişimlerin insanların kafalarındaki altın çağ zamanlarının değiştirebilecek olmasıdır. İster bunu günümüzden örnek vererek açıklayayım, istersem filmden örneklerle bu konu hep böyledir. Günümüzden örnek verecek olursam yoldan geçen bir insana bu topraklarda bu millet en iyi zamanını ne zaman yaşadı diye bir soru sormuş olsaydım farklı farklı yüzlerce cevap alacağıma eminim. Kimisi der Osmanlı İmparatorluğundan kalma Kanun-i devri, kimisi der Fatih devri, kimisi için Cumhuriyetin kurulduğu ilk zamanlar, kimisi içinse ekonomik olarak geçirdiği en iyi zamanlar. Filmden örnek verecek olursam edebiyatçı başrol oyuncumuzun 1920’li yıllarda Dünya tarihinde zirve yapmış, edebi sanatçıların hepsinin bir araya geldiği Paris’i özlemlediği görülürken, 1920’li yıllarda yaşayan Picasso’nun sevgilisi  Adriana’nın ise daha geçmiş bir hayatı özlemlediği fark edilmektedir. Demek istediğim herkesin bir altın çağı vardır ve herkes o devri günümüze getirmeye ve o şekilde yaşamaya çalışmaktadır. Bu durumu yaşayamayanlar bu durumu kendi zamanlarına getiremeyenler ise o zamanları hatırlatacak objeler, simgeler veya eşyaları hep göz önünde tutmakta ve hayatlarını bir nevi onlarla mutlu edecek gibi yaşamaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak iki filmi de ele aldığımız zaman açık bir şekilde diyebilirim ki “Roma” filmi bir nostaljiden çok geçmişe dönük bir eleştiriyi, “Paris’te Gece Yarısı” filmi ise nostalji ve altın çağ vurgusu yaparak geçmişin insana verdiği hazzın ve mutluluğun beyaz perdeye yansıtılmış halidir. Kimse geçmişi yaşayarak mutlu olamaz. Eğer kendinizi mutlu etmek istiyorsanız içinize kapanıklıktan çok dışarıya çıkın ve hayatınızdan zevk almaya çalışın. İnsan mutlu olmak için kimseye muhtaç değildir. Kendi mutluluğunu kendi eğlencesini kendi kendine yaratabilir. Mutluluğu geçmişte, kafanızdaki altın çağda aramak yerine gününüzde yaşayın. Yaşadığınız hayatta mutlu olmayacaksanız, yüzünüz gülmeyecekse Dünya’yı kendinize cehennem edip ızdırap çekici bir yer haline getirmeye ne luzüm var? “…by bringing together narrative remnants of the past in the present of memory, Tabucchi attempts to give the present a sense and a direction to the future. These altrove altrui (the elsewheres of others) provoke a feeling of ‘‘nostalgia for the future’’...”4 Francese’in de belirttiği gibi geçmişi günümüze getirerek gelecek için nostalji adı altında insanların duygularını alt-üst etmek insanlara yapılan bir provokasyon değildir de nedir?

 Hayatı geçmişte değil, gününüzde yaşayın.

_________________________________________________________________

1 Kohn, Margaret, "Toronto's Distillery District: Consumption and Nostalgia in a Post-Industrial Landscape," Globalizations, 7/3 (September 2010), pp.365. 
2 Vesey, Catherine and Frédéric Dimanche, "From Storyville to Bourbon Street: Vice, Nostalgia and Tourism," Journal of Tourism and Cultural Change, 1/1 (2003), p.67.
 3 Kapczynski, Jennifer M., "Negotiating Nostalgia: The GDR Past in Berlin Is in Germany and Good Bye, Lenin!," The Germanic Review: Literature, Culture, Theory, 82/1 (2007), p.85.

4 Francese, Joseph, "Memory and Nostalgia in Antonio Tabucchi's Last Two Books," The European Legacy: Toward New Paradigms, 17/7 (2012), p.918.


MS

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder