ALTIN ÇAĞ
Nostalji nedir? Geçmişteki mutlu olayların olduğu ana duyulan özleme kısaca nostalji adını verebiliyoruz. Her dönem insanın içinde barındırdığı bu özlem kimileri tarafından hastalık kimileri tarafından ise mutluluk kaynağı olarak günümüzde dile getirilmektedir. Peki nostaljinin yanında altın çağ vurgusu neye yapılmaktadır diye ele alacak olursak, altın çağın toplumun duygularında barındırdığı mükemmel dünya idealini ortaya çıkaracak olan metafor olduğunu görmekteyiz. Fark edebileceğimiz üzere nostalji-altın çağ arasında kopmaz, birbirlerinin içine geçmiş bir durum söz konusudur.
Altın çağ, kimine göre nostaji olan kelime geçmişe duyulan
özlem ve geçmişe olan sevgiyi içinde barındırmaktadır. İnsanlara huzuru,
mutluluğu, zenginliği ve özgürlüğü getirileceği düşünülen bu özlem çoğu insan
tarafından benimsenmektedir. Fakat unutmamamız gereken bir nokta vardır ki o da
her insan için farklı olan farklı geçmişe dönük anılardır. Nedir bu? Aslında
açık bir şekilde diyebiliriz ki her insan geçmişteki farklı bir anıya, olaya
veya zamana özlem duyar ve o nostalji içerisine girer. Altın çağ ile olan
bağında ele alacağımız üzere her insanın “Altın Çağı” farklıdır. Günümüzdeki
bir insan nasıl 1950li yıllara özlem duyuyor olabilirse, 1950lerde yaşayan her
hangi bir insan da 1890lı yıllara özlem duygusu içerisinde olabilir.
“Christopher Lasch characterized nostalgia as a placebo that allows one to
accept the status quo uncritically and inhibits deeper social criticism .”1
Lasch bu cümlesinin açık uçlu söylemiş ve bu cümle üzerinden birçok farklı
anlam çıkarılmıştır; ama benim burada Lasch’ın cümlesinden anladığım onun da
belirttiği gibi nostaljinin temelinde derin olarak sosyal bir eleştiri söz konusudur. Bu yüzden
herkesin nostalji algısı farklıdır.
Bu yazıyı kaleme almamın
sebebi Federico Fellini’nin “Roma”
filmi ile Woody Allen’in “Paris’te Gece
Yarısı” adlı filmlerinin nostalji çerçevesi içerisinde ele alınıp
alınamayacağı ile ilgilidir. İki film için de ilk izlenildiği zaman aynı
çerçeveden bakılabileceğini akıllarda uyandırmaktadır; ama tekrar tekrar
izlenildiğinde aslında çok farklı bakış açıları ile beyaz perdeye yansıtıldığı
anlaşılmaktadır. Filmlerin ortak özellikleri olarak iki filmde komedi ana
teması altında toplanırken değindikleri noktalar tamamen farklıdır. Filmleri bir
veya birden fazla izlerseniz eğer, atladığınız yerlerin veya gözden
kaçırdığınız yerlerin hayli sayıca olduğunu fark edeceksiniz.
Filmlerin çekildiği
zamanların farklı olsa bile filmlerin kalitesinden, vermek istediği mesajlardan
ve olay örgüsünden dolayı filmlerin ölümsüzleşmesi söz konusudur. Aslında
yazıma başlamadan önce söylemem gerekirse Woody Allen’ın tarzından kopamayıp
sürekli onun çektiği filmleri ön plana alan veya Federico Felli’ni gibi bir
yönetmenin de geçmişteki filmlerini bu denli önemli tutarak fırsat buldukça
izlemeye çalışan bir insan da nostalji akımına kapıldığını söylemek zorundayım.
Bu iki yönetmenin filmlerini ele alacağım için böyle spesifik iki örnek
kullandım. Bunun dışında geçmişten bir çok yönetmen sayılabilir ve ele
alınabilir.
Fikrimi soracak olursanız
nostalji sadece geçmişe özlem değil, geçmişteki yapıtları bile özlem, zevk ve
mutluluk duyguları içerisinde incelemek nostalji çerçevesi içerisine
girmektedir. Bunun nedeninin cevabı olarak günümüzdeki yönetmenler güzel film
çekemiyor, günümüzdeki yazarlar kendilerini yazar sanıyor veya da günümüzdeki
mimarlar geçmişle kıyaslanamayacak şekilde gibi cümleler işitilmektedir. Benim
de demek istediğim geçmişteki sanatsal herhangi bir şeye dahil duyulan özlem
nostalji çerçevesi içerisine girmektedir.
Nostaljinin yaratmış olduğu etki insandan insana değişmesine rağmen nostalji için hastalıktır diyebilirim. Eğer hayatındaki en doğru, en güzel, en mutlu anları geçmişte arayan bir insan kendi zamanını yaşayamamakta hatta kendi zamanında kendi hayatını böcek gibi sürdürmektedir. Hayattan zevk almayan, hayattan mutluluk duymayıp sürekli geçmişi kendi yaşadığı güne getirmeye çalışan bir insanın yapmaya çalıştığı hastalık değil de nedir? Bu konuyu bir örnekle açıklamak galiba hem sizin için hem de kendim için daha kolay olacaktır. Mesela hayattan zevk almayan, sürekli mutsuz ve suskun olan bir insan ele alalım. Yakınları bu insanın bir sıkıntısı olduğunu ve onla konuşmaya çalışacakları aşikardır. Çözüm bulamayan yakınları onu doktora götürmeye karar verir; ama doktorun da çözüm için elinde ne bir ilacı ne de tıbbi bir bilgisi vardır. Hasta olduğu düşünülen insan doktorun arkasında görmüş olduğu kırsal hayatı anımsatan tabloyu gördüktün sonra yüzü gülmeye başlar. Durumu sadece doktor fark etmiştir ve hemen kanıyı koyar. Hastılığın adı nostaljidir. Hasta olan adam şehir hayatından bıkmış ve duvarda gördüğü tablonun kendi büyümüş olduğu bölgeye benzediğini fark ettikten sonra konuşmaya başlamaktadır. Adamın artık yüzü gülmekte, duymuş olduğu hüzün azalmakta ve özlem duyduğu yerlere geri dönüşü söz konusu olmaktadır. Doktorun reçeteye yazdığı tek bir cümle vardır o da “iyileşmek istiyorsan köyüne dön” olmuştur. Açık bir şekilde diyebilirim nostalji hastalıktır. İnsanlar geleceği yaşamak , gelecekte iyi bir yaşam için kendi yaşadıklarını günü harcayabilirler; ama insanlar kendi günlerini daha güzel yaşayacağı kanısına vararak geçmişlerini kendi günlerine getirmek boş uğraştan başka bir şey değildir.
“Roma” filmi açık bir şekilde göstermektedir ki
nostaljiden çok komedi bazında eleştirel bir bakış açısıyla perdeye yansıtılmış
bir filmdir. Filmde onca ünlü insan oynamasına rağmen (bana kalırsa) tek başrol
vardır o da “Roma”nın ta kendisidir.
Fellini beyaz perde de izleyicileri kendisin öyle bir bağlamıştır ki izleyici
bir yandan filmin sonuna kadar olan süreçte daha ne gibi yeni şeyler gelip
güleceğiz fikri ile filmi dört gözle izlemektedirler. Filmin başında gösterilen
klise eğitimi, filmin ortalarında gösterilen sokaktaki şaşalı eğlence hayatı ve
trafiğin kitlenmesi, filmin sonlarına doğru genelev sahnesi ve son olarak
filmin bitişinde Papa'ya giydirilen o rengarenk kıyafet filmde nostaljinin
olmadığının göstergesidir. Neden nostalji değil diye açıklamam gerekirse
sırasıyla diyebilirim ki geçmişinde klise eğitimi almış birisi anılarını
tekrardan canlandırırken hocalarıyla dalga geçmez. Roma gibi böylesine büyük
bir şehri bütün dünyaya tanıtmak için açan bir yönetmen filmin ortasında yer
alan trafiğin kitlenme sahnesini insanlara göstermez. Her ne kadar Fellini o
trafiği o duruma nasıl soktuğuna kendi kendime cevap bulamasam da tekrar tekrar
hayranlıkla o sahneyi açıp o kaosu incelemişimdir. Devam etmem gerekirse filmin
başından sonuna kadar olan insanların mutluluğu insanın akıllarına Roma'da
herkes mutlu mu sorusunu getiriyor? Hayır her insanın barındırdığı duyguları
Roma insanları da barındırmıştır; ama Fellini kendi hayatından anıları ve kendi
rüyasını perdeye aldığı için herkes mutlu olarak gösterilmek istenmiştir.
Değineceğim diğer bir nokta filmde yapılan arkeolog kazılarından sonra bulunan
eski yapıtlarının hepsinin nasıl bir çırpıda insan eliyle yok edilebeleceği izleyicilere
çok güzel yansıtılmıştır. Eğer bir yönetmen nostaljiye vurgu yapmış olsaydı
nasıl olurda böyle bir şeyi kameraya alacağı düşünülebilirdi? Geçmişin iyi,
geçmişin kusursuz olduğu ideolojik olarak öğretilen nostalji çerçevesinde
Fellini nostaljik ise ne diye geçmişinde böyle beceriksiz arkeologlar olduğunu
izleyicilere göstersin ki? Filmden dile getireceğim son durum ise o son
sahnedeki defile tarzında düzenlenmiş, insanların hepsinin farklı kıyafetlerde
yürüyüşü, ve Papa'nın gökkuşağı gibi rengarenk perdeye yansıtılmasıdır. Son
sahnede her geçen bir önceki kuşağın kıyafetlerini giymiş bir şekilde sahneye
çıkmış ve yürüyüşlerini tamamlamışlardır. Bu ana kadar bu durum her ne kadar
izleyici tarafından komik olarak algılansa da son olarak Papa'nın gökkuşağı
şeklinde izleyici karşısına çıkarılması Fellini'nin açık bir şekilde o an o
sahnede bulunan herkesle dalga geçtiğini bizlere göstermiştir.
Açıklamaya
çalıştığım gibi Fellini'nin “Roma”sı
nostalji değildir. Rüyaların, düşlerin, hayal gücünün ve anıların oluşturduğu
bir yönetmenin bir şehir hayatını daha ne kadar uç bir şekilde anlatabilirdi
diyeceğimiz bir yapıttır “Roma”.
Fellini'nin asıl yapmak istediği şey geçmişe olan özlemi yansıtmaktan çok
geçmişle nasıl dalga geçiliri izleyiciye yansıtmaktadır ki bunu da gayet
başarılı bir şekilde yapmıştır.
Diğer bir
kaleme alacağım film ise “Paris’te Gece
Yarısı”'dır. Eğlence amaçlı gelinen bir şehir bir ailenin hayatını nasıl
değiştirir bunu izleyiciye yansıtan bir filmdir. Başrol oyuncumuzun Paris’te
gece yarısı sokaklarda yürürken kaybolması üzerine yaşadığı macerayı, geçmişe
yolculuğu konu alan film komedi türünde yapılmış çok başarılı bir Woody Allen
yapıtıdır. Her gece çanın çanması ile geçmişe başlayan yolculuk başrol
oyuncumuza yeni bir dünya yaratmaya başlamakta ve geçmişe olan hayranlık
izleyiciye gösterilmek istenmiştir. Roma filmi ile karşılaştırıldığı zaman “Paris’te Gece Yarısı” filmi nostalji
üzerine kurulmuş ve bu durum da çok başarılı bir şekilde işlenmiştir. Geçmişe
dönüşten başlayıp kendi hayatındaki zamana kadar olan süreç içerisinde başrol
oyuncumuz bir çok ünlü isim ile tanışmakta ve aslında gerçeğin gece yarısı
başlayan düş gibi olan bir gerçekte olduğunu düşünmeye başlamaktadır. Film
içerisinde Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald, Cole Porter, Ernest Hemingway,
Pablo Picasso, Stein, Adriana gibi ünlü isimlere değinilmekte ve sanata ilgisi
olan herhangi biri için gerçekten büyüleyici gelmektedir. Filmde iki zaman
arasında sıkışıp kalan baş karakterimiz bir yandan 2010lu yılları yaşarken, bir
yandan da kafasındaki altın çağ olarak adlandırdığı 1920li yılları
yaşamaktadır. İki farklı hayatı olan insan gerçek olan kendi zamanını mutsuz,
ümitsiz, hüzünlü bir şekilde geçirirken gece yarısı yaşadığı hayatı, 1920’li
yılları, kendi kafasındaki altın çağı mutlu, gerçek, umut dolu ve rüya gibi
yaşamakta ve hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu film tamamen nostalji
üzerine kurulmuş ve rüyaların aslında gerçek gibi yansıtıldığı bir durum söz
konusudur. Woody Allen’in ana tema olarak komedi aldığı bu filmde nostalji-altın
çağ vurgusu açık bir şekilde yapılabilmektedir. Başlarda da dediğim gibi anılar
değişken olduğu için herkesin nostalji vurgusu farklıdır. Sonuç olarak herkesin
altın çağı da farklıdır. Filmde bu durumu gayet açık bir şekilde görmekteyiz. 2000li
yıllarda yaşayan bir insan nasıl 1920’li yıllara özlem duyabiliyorsa, filmde
gördüğümüz gibi 1920’li yıllarda yaşayan bir insanda 1850’li yıllara özlem
duyabilir. Bu durum geçmişten günümüze çoğu insan için geçerlidir.
Altın çağ
vurgusunu yaparken unutmamız gereken nokta insandan insana değişebilecek
ekonomik, sosyal, siyasal, edebi veya teknolojik değişimlerin insanların
kafalarındaki altın çağ zamanlarının değiştirebilecek olmasıdır. İster bunu
günümüzden örnek vererek açıklayayım, istersem filmden örneklerle bu konu hep
böyledir. Günümüzden örnek verecek olursam yoldan geçen bir insana bu
topraklarda bu millet en iyi zamanını ne zaman yaşadı diye bir soru sormuş
olsaydım farklı farklı yüzlerce cevap alacağıma eminim. Kimisi der Osmanlı
İmparatorluğundan kalma Kanun-i devri, kimisi der Fatih devri, kimisi için
Cumhuriyetin kurulduğu ilk zamanlar, kimisi içinse ekonomik olarak geçirdiği en
iyi zamanlar. Filmden örnek verecek olursam edebiyatçı başrol oyuncumuzun
1920’li yıllarda Dünya tarihinde zirve yapmış, edebi sanatçıların hepsinin bir
araya geldiği Paris’i özlemlediği görülürken, 1920’li yıllarda yaşayan
Picasso’nun sevgilisi Adriana’nın ise
daha geçmiş bir hayatı özlemlediği fark edilmektedir. Demek istediğim herkesin
bir altın çağı vardır ve herkes o devri günümüze getirmeye ve o şekilde
yaşamaya çalışmaktadır. Bu durumu yaşayamayanlar bu durumu kendi zamanlarına
getiremeyenler ise o zamanları hatırlatacak objeler, simgeler veya eşyaları hep
göz önünde tutmakta ve hayatlarını bir nevi onlarla mutlu edecek gibi yaşamaya
çalışmaktadır.
Sonuç
olarak iki filmi de ele aldığımız zaman açık bir şekilde diyebilirim ki “Roma” filmi bir nostaljiden çok geçmişe
dönük bir eleştiriyi, “Paris’te Gece
Yarısı” filmi ise nostalji ve altın çağ vurgusu yaparak geçmişin insana
verdiği hazzın ve mutluluğun beyaz perdeye yansıtılmış halidir. Kimse geçmişi
yaşayarak mutlu olamaz. Eğer kendinizi mutlu etmek istiyorsanız içinize
kapanıklıktan çok dışarıya çıkın ve hayatınızdan zevk almaya çalışın. İnsan
mutlu olmak için kimseye muhtaç değildir. Kendi mutluluğunu kendi eğlencesini
kendi kendine yaratabilir. Mutluluğu geçmişte, kafanızdaki altın çağda aramak
yerine gününüzde yaşayın. Yaşadığınız hayatta mutlu olmayacaksanız, yüzünüz
gülmeyecekse Dünya’yı kendinize cehennem edip ızdırap çekici bir yer haline
getirmeye ne luzüm var? “…by bringing together narrative remnants of the past
in the present of memory, Tabucchi attempts to give the present a sense and a
direction to the future. These altrove altrui (the elsewheres of others)
provoke a feeling of ‘‘nostalgia for the future’’...”4 Francese’in de belirttiği gibi geçmişi günümüze getirerek gelecek için nostalji adı
altında insanların duygularını alt-üst etmek insanlara yapılan bir provokasyon
değildir de nedir?
_________________________________________________________________
1 Kohn, Margaret, "Toronto's Distillery District: Consumption and Nostalgia in a Post-Industrial Landscape," Globalizations, 7/3 (September 2010), pp.365.
2 Vesey, Catherine and Frédéric Dimanche, "From Storyville to Bourbon Street: Vice, Nostalgia and Tourism," Journal of Tourism and Cultural Change, 1/1 (2003), p.67.
3 Kapczynski, Jennifer M., "Negotiating Nostalgia: The
GDR Past in Berlin Is in Germany and Good Bye, Lenin!," The Germanic
Review: Literature, Culture, Theory, 82/1 (2007), p.85.
4 Francese, Joseph,
"Memory and Nostalgia in Antonio Tabucchi's Last Two Books," The
European Legacy: Toward New Paradigms, 17/7 (2012), p.918.
MS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder