29 Kasım 2014 Cumartesi
Harry Potter Deli Miydi? - Murathan Süer
Açıkçası belirtmek isterim ki bu yazıyı yazıp yazmamam konusunda epeyce bir düşündüm. Sonuç yine karşınızdayım. Harry Potter'ın deli olduğunu ve Hogwarts'ın deli hastanesi olduğu yazısını Harry Potter'a ilgisi olan herkes okumuştur. Kimileri için fikirler mantıklı gelmiş, kimileri palavralar bütününden öteye gidememiştir.
Yazıyı tekrardan sizlere sunmaya ihtiyaç bulmuyorum ki isteyen olursa internet üzerinden rahat bir şekilde ulaşım sağlayabiliyor. Şimdi yazıma başlamadan önce şunu açık bir şekilde belirtmeliyim ki herhangi bir romanda yazıya düşmüş her kelime artık roman ve okuyucu arasında bir oluştururken, aynı romanın beyazperdeye uyarlanmasını tutun her hangi bir olguyu beyazperdeye yansıtmak yönetmenin göstermek istediği durumu, yani yönetmen ve izleyici açısından bir bağlılık ortaya sunmaktadır. Bu yüzden demeliyim ki J.K Rowling'in okuyucusuna yansıtmak istediği olguların çoğu filmlerde saptırılmış ve izleyiciye farklı bir şekilde yansıtılmıştır. Bu durumun konumuzla alakası ne diye soranlar için şunu söylemeliyim ki hayranlıkla okuduğum Harry Potter serisinin beyazperdeki seri ile yakından bir alakası bulunmamaktadır. Yakından diyorum. Çünkü uzaktan karakterler aynı olarak tanımlanmış ve rol verilmiş olabilir. Sonuç olarak böyle bir savı savunacak olursak beyazperdede yansıtılandan çok romana odaklanmamız daha doğru olacaktır.
Başlayacak olursam böyle bir savı ilk okuduğum zaman mantıklı gelmişti; ama üzerinde düşündükçe bu savı ortaya atan kişinin bütünden çok belli başlı parçaları görmeye çalıştığını fark ettim. Yani basitleştirecek olursam şunu söyleyebilirim ki eğer herhangi bir bölümde 10 olay geçiyorsa, yazar kendi savını ispatlamak için 3 olayı göstermiştir. Diğer 7'sini okuyucuya sunmamasının tek nedeni kendi ortaya attığı savı çürütmesidir. Fakat ben burada olaya tamamen farklı bir boyuttan bakmaya çalışacağım. Harry'de var olan hastalığı ilk olarak psikolog arkadaşlarımla tartıştığım zaman bana D.I.D yani Dissiciactive Identity Disorder olabileceğini söylemişlerdi; ama tartışmanın devamında anlamıştık ki çoklu kişilik bozukluğu olan bir insanda karakter arası geçişte ana karakter hariç diğer karakterler hiçbir şey hatırlayamaz ki aradan 10 yıl geçen bir çoklu kişilik bozukluğu hastası yaşadığı hiçbir olayı hatırlamaması lazım; ama bana göre söylemeliyim ki Harry'de paranoyak-şizofreni başlangıcı ve romanın ilerleyen serilerde bu hastalığın ilerleme safhaları gözükmüştür.
Şunu söylemeliyim ki paranoyak-şizofreni olan hastalar kendi kafalarında yarattıkları imgeleri gerçekmiş gibi sanıp ona göre hareket etmektedirler. Bu harekete geçim sadece zihinde de olup bitebilir veya gerçek hayatta fiziksel olarak da bitebilir. Şunu söylemeliyim ki Harry, köşeye sıkıştığı zaman veya kendini suçlu hissettiği zaman hemen yeni bir karakter yaratmakta ve onu oyunun içine dahil etmektedir. Bu dipnotumdan sonra göze çarpan konuları ele alabilirim artık.
Kilit ana noktaları ele alıp anlatmaya çalışırsam sizleri sıkmadan amacıma biraz daha rahat ulaşabilirim diye düşünüyorum. İlk kilit nokta olarak Harry Potter'ın ailesinin Dursy'ler olduğu fikrinin mantıklı geldiğini sizlere sunmak isterim. Her ne kadar J.K bizlere gerçek ailesinin Potter'lar olduğunu sunsa da belki de gerçekten ailesi Dursy'lerdir. Şöyle düşünün şu an günümüzde o kadar çok çocuk var ki ailesi tarafından diğer kardeşiyle kıyaslanıp sürekli hor görülüp kötü muameleye maruz kalan ve psikolojik sorunları olan. Bu insanlar kendi aileleri yerine başka ailenin çocukları olmayı istemezler mi? Bu hayali bir ailede olabilir, aynı zamanda etrafınızda görmüş olduğunuz ideal, mutlu ve hep neşe içinde yaşamlarını sürdürebilen bir ailede olabilir. Harry Potter (Hiç değilse biz öyle biliyoruz.) veya Harry Dursy'in karşısında iki seçenek olabilir. Kendi ailesi tarafından sürekli psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalan bir insan, yaşamında görmüş olduğu bir aile olan Potter'ları arzulayabilmiş olabilir. Belki de Potter'lar öldü ve Harry'nin hayatından çıktı ya da Potter'lar bir daha Harrry'nin ulaşamayacağı uzak bir yere taşınmış olabilirler.
Bu yüzden Harry'nin aslında Dursy'lerin küçük oğlu olup sürekli şiddet görerek, merdiven altında yaşamaya zorlanarak delirmesi söz konusu olabilir. Belki de o yüzdendir ki Harry kendini, sanki üvey evlatmış gibi sanki dışarıdan başkası tarafından eve getirilmiş biri olarak hissedebilir.
Bir diğer atlanmaması nokta Kelid Aynası yani insanlara hayallerini gerçekmiş gibi gösteren ayna olduğunu söylemek zorundayım. Savı ortaya koyan kişi asıl hikayenin buradan sonra başladığını söylemesi mantıklı mı sizlere bırakıyorum; ama söylemem gerekir ki hangi biriniz umutlarınız veya hayallerinize ulaşamadıkça onları daha fazla hayal etmediniz. İnsan kendi gücünü arttırmak için bazen yaşadığı mutsuzluklardan da ders çıkarmak zorundadır. Sizden şunu hayal etmenizi istiyorum. Bir evde sürekli size kötü davranıp bağırıp çağıran bir aile düşünün ve sizi odanızda tek başınıza kendi hayal dünyanızla baş başa bırakmalarına neden olsunlar. Gerçek Dünya'da elde edemediğiniz mutlulukları, Hayal Dünya'nızda yaşamaya başlamaz mısınız? Harry'nin sürekli Kelid Aynası dediği eşya belki insanın yalnızken hayal edemeyeceği bile derinlere dalmasının bir imgesidir. Kim yalnız kaldığında hayallere dalmaz; iş yerinde, okulda, sokakta, bankta...? Ve şunu unutmamak gerekir ki roman serisinde açık bir şekilde belirtilmiştir ki Kelid Aynası karşısında hayallerinin gerçekmiş gibi yaşayan birinin yanına herhangi biri geldiği zaman aynada bütün yansımalar kaybolur. İkincisi dışarıdan gelen diğer birey aynanın karşısında oturan kişinin hayallerini göremez. Kim kendi dünyasında hayallere dalmışken birisinin yanına gelmesinden sonra gerçek hayata dönmedi ya da gelen kişi siz söylemeden sizin ne düşündüğünüzü anlayabildi? Yorum sizindir, benim düşüncem Kelid Aynası denilen imge herkeste var olup herkesin kendi kafasında yarattığı o ana kadar olmamış, olmayacak, olabilecek veya ileride bir ihtimal olan durumların gerçekmiş gibi hayal edip manevi olarak yaşanmasıdır.
Üçünçü bir nokta olarak Cedric Diggory, Tom Riddle'ın veya diğer bir form olan Voldemort'un aslında Harry olması gösterilebilir. Bu dediğimi iki farklı yoldan anlatmaya çalışacağım. İlk olarak Harry'nin negatif yönünü ele alarak sonradan zihinde yaratılmış karakterleri anlatacağım. Sizden ilk istediğim hayatta en çok sinirlendiğiniz şeyi hayal etmeniz. Zihinsel olarak çok sinirlendiğiniz zaman içinizde barındırdığınız kötü yanınız kendini dışa çıkarmaya çalışır. Bu durum neredeyse her insanda yaşanır. Peki bu kötü yanınızın açığa çıktığını ve yapılan her eylemden zevk aldığınızı düşünün. Ne hissederdiniz? Aynı şeyleri düşünen, aynı şeyleri gören, aynı anda hareket edip, aynı anda duyguları hisseden kişilersiniz. Kendi kafanızda yarattığınız insanla arkadaş olduğunu hayal edin. Biliyorum bu durum sıradan, normal (kime göre normal?) bir insan için zor da olsa, kendi iç dünyanızda her şeyi normal seyrinde hareket ettirirken birden bire kontrolden çıkan kendi başına buyruk hareket edip size ve yine sizin yarattığınız karakterlere zarar veren, kısacası sizin kontrolünüzden çıkan bir arkadaştan bahsetmeye çalışıyorum bu karakterler konusunda. Harry- Tom Riddle- Voldemort. üç form olarak karşımıza çıkan üç; ama aslında tek vücut karakteri. Sıradanlık - Yükselen Öfke - Durduralamaz Kötülük olarak düşünülünce birey içerisindeki duygular daha kolay ortaya çıkartılabiliyor. Suçu bir sonraki forma yıkmak daha kolay demi? Gerçek hayattan örnek vermek gerekirse mutlu bir şekilde hayatını geçiren veya mutluymuş gibi etrafa yansıtan bir çift bile cinnet geçirerek birbirlerini yaralayabilir ve hatta öldürebilir. Sorulduğu zaman neden yaptınız? Cevap kısa ve özdür "Kendimi kaybettim." Anlatmak istediğim bu Harry, kendi kafasında yarattığı formların kontrolünü kaybetti. Onlarla iletişim halinde olmasına rağmen onlara söz geçiremiyordu. Az önce verdiğim örnek sıradan bir insanda bile gerçekleşebilirken paranoyak-şizofreni hastası olan bir insanın kendi hayatı içerisinde yarattığı kötülük formlarından bahsetmek benim mi saçmalamam olur yoksa bu durumun gerçekliğini ortaya koymam mı olur? Karar sizin. Bu durumun tam ters versiyonu ise kötülük yerine iyilik formu olun Cedric'tir. Cedric'te aynı şekilde Harry'nin zihninde yaratılmış mükemmelliyet formudur. Cedric'in ortaya çıktığı gibi yok olmasının hızlı olmasının tek nedeni olarak şunu gösterebilirim ki hayatta ne iyiyse çabuk tükenir, ne nadirse çabuk yıpranır, ne kıymetliyse çabuk eskir. Gerçek hayatta değer verip iyi dediğiniz her şeyi ortadan kaldırmak kolaydır, tek bir çırpıda verilen bütün emekler, çalışmalar ortadan kaldırabilir; ama kötü lekeyi vücuttan atmak zordur ve zorluklarla mücadele etmek her zaman daha yorar insanı. Cedric, Harry'nin mükemmelliyet formu olarak gösterilmiş; ama paranoyak-şizofreni bir insan sahneyi kendisinden iyi biriyle paylaşmak istemediğinden yine zihninde yaratmış olduğu karakteri öldürmektedir.
Son olarak Harry'nin kendi hayal dünyasının akışına göre yarattığı veya sildiği karakter ve durumları sizlere sunmaya çalışacağım. Şu güne kadar herkes çocukluğundan yetişkinliğine kadar korkmasına sebep olacak yaratmış olduğu hayali yaratıklar veya kendisini kurtarmaya yetecek yaratılmış hayali karakterleri çevresindekileri sunmuştur. Bu yüzden demeye çalıştığım şey Harry Potter serisinde olmadık yerlerde ortaya çıkan ruh emiciler ve yasak ormandaki karakterler tamamen Harry'nin zihninde yaratmış olduğu korkutucu hayali ürünlerdir. Kendini kurtarmak için Mrs. Fig'in yaratılması da Harry'i kurtarmak için yaratılmış hayali karakterdir. Seride Dursy'e ruh emiciler saldırına kadar Mrs. Fig'in hiç adından bile söz edilmemesi ve Hogwarts mahkemesinde Harry'nin kendisini kurtarması için o anlık yarattığı Mrs. Fig'in sözlerinin dinlenmesi gerektiğinin ortaya koyulması Harry'nin aslında olaylara ve durumlara karşı anlık veya devamı gelecek şekilde karakter yarattığının göstergesidir.
Umarım ki Harry'nin hastalığını belirli kilit noktalarla anlatmayı başarabilmişimdir. Harry'nin Hogwarts'a getirilişi tedavisi için bir adım olarak gözükebileceği gibi bir başka yolla da hastalığının daha da ileriye gitmesine sebep olmuş olabilir. Kapanışı Hogwarts'ın müdürünün sözü ile bitireceğim.
"Tabi ki her şey kafanın içinde yaşanıyor, Harry..."
Son karar sizin...
MS
Etiketler:
Akıl Hastanesi,
Deli,
Dursy,
Eleştri,
Harry Potter,
Hastane,
Hogwarts,
J.K. Rowling,
Paranoyak-Şizofreni,
Roman.,
Sinema,
Tom Riddle,
Voldemort
15 Temmuz 2014 Salı
Küçük Prens (Saklı Gezegenler) - Antoine de Saint-Exupéry
Çok olmadan kısa bir süre içerisinde bir dönüş yaptım sizlere. Başlıktan anlaşıldığı gibi farklı bir kitap değil, yine ele aldığımız konu Küçük Prens. Fakat değindiğimiz nokta farklı bu sefer. En son Küçük Prens gittiği gezegenlerde aradığı cevabı bulamamış ve hakikati yüreğinde bulduğunu, maneviyatın maddiyattan daha önemli olduğunun vurgusu yapmıştım. Fakat söylemeden edemeyeceğim Küçük Prens hakkında ilgisi olanlar ve araştıranlar bilirler ki Prens’in daha gitmediği sekiz gezegen daha bulunmaktadır. Daha önceden Onedio Editörü “diazepam” tarafından yayımlamış olan “Küçük Prens Kitabında Yer Almayan Başka 8 Gezegenin Hikâyesi” adlı yazı sayesinde de size geri kalan sekiz gezegendeki yönetici tipini de aktarmaya çalışacağım. Diazepam’a buradan da bir kez daha teşekkürlerimi iletiyor ve minnettarlığımı ona karşı sunuyorum.
Başta da belirttiğim gibi önümüzde daha sekiz gezegen daha var. Peki, neden bu gezegenler kitap içerisinde çıkarılması uygun görülmüştür? Acaba başta anlattığım gezegenlerdeki yönetici sınıfları ile benzerlik gösterdiği için mi Küçük Prens bu gezegenlere gitmemiştir? Bakalım ve hep birlikte Prens’in gitmediği gezegenlerdeki yönetici tipini inceleyelim.
Küçük Prens’in gitmediği ilk gezegendeki yönetici tipi “her şeyin en iyisini, en doğrusunu ben bilirim diyen yönetici tipidir. Bu küçücük gezegenin tam ortasında, hep güneş alan yerini kovalayarak etrafına bağıran, "siz kimsiniz be!" diyen biri yönetici yaşardı. Dışarıdan bakıldığında gayet düzgün giyimli, aklı başında biri gibi görünen bu kişi aslında her şeyi en iyi, en doğru bilen kişiydi. Çiçek nasıl yetiştirilir o bilirdi, koyunlar ne yer o bilirdi, koyunları bağlamamanın sakıncalı olduğunu ve nasıl bağlanmaları gerektiğini en iyi o bilirdi. Gezegeninde ne koyun, ne çiçek, ne ağaç, ne gölge vardı, her yer dümdüz, her yer betonla kaplanmıştı. Çünkü toprağın kirlilik olduğunu, yabanıl otların yetişmesine sebep olduğunu en iyi o bilirdi. Oysa beton öyle miydi? Beton kiri, pisliği örterdi, bir yıkardın tertemiz olurdu. Her şeyin en iyisini, doğrusunu bilen adamın gezegeni, küçük, çirkin be betondu ama ona göre en iyisi oydu, çünkü bu kararı o vermişti.
İkinci gezegen tek bir doğru olduğuna inanan yöneticinin gezegeniydi. Her şeyi en iyi ben bilirim gezegeninden, güneş yönünde biraz gidince karşına çıkan gezegende "tek bir doğru olduğuna inanan insan" kalıyordu. Ve bu tek doğru o insanın doğru kabul ettiği şeydi. Onun dışında ne kendi gezegeninde ne de diğer gezegenlerde başka bir doğrunun olması mümkün değildi. Tek bir doğru olduğu için bu adamın kafası rahattı, hiçbir şey düşünmek zorunda kalmıyor, hiçbir şeyi sorgulamıyor, sorulan sorulara hep aynı cevabı veriyordu... Hoş soru soracak kimse yoktu ama günün birinde birileri gelirse ne cevap vereceğini bugünden biliyordu. Çünkü doğru tekti ve onun bildiğiydi.
Üçüncü gezegen inanan varsa yalan söylemenin bir sakıncası olmadığını düşünen yöneticinin gezegeniydi. Karanlık bir gezegendi bu. Böylesine küçük bir gezegen nasıl oluyordu da böyle karanlık kalabiliyordu? Cevabı basitti çünkü Güneş ile arasında başka gezegenler vardı. Bu karanlık gezegende küçük boylu, kilolu, hafif kel, büyük ağızlı bir adam yaşıyordu. Bu adam bütün vaktini "koyunları bağladım", "çiçekleri suladım", "yaban otlarını ayıkladım", "gün batımını izledim", vs. diyerek geçiriyordu. Oysa küçük, karanlık gezegeninde kendinden başka ne bir insan, ne bir hayvan ne de bir bitki vardı. O halde neden bu yalanları söylüyordu? Çünkü bu insana göre "eğer bir yalana inanan varsa, o yalanı söylemekte bir sakınca yoktu" ve kendisi bu söylediklerine yürekten inanıyordu. Her gün çiçeğini suluyor, koyununu besliyor, otları temizliyordu. Bu söylediklerine kendisi inandığı sürece hiçbir sorun yoktu.
Diğer bir gezegen var olmanın sadece "güçle" mümkün olduğunu zanneden yöneticinin gezegeniydi. Ha kırıldı ha kırılacak bir gezegen görürsen, sakın durma çünkü üstündeki bir kişiyi bile zor taşıyan, her işini kaba kuvvetle halleden yöneticinin gezegeni o. Koyunu bağlayamadın mı? –Döveceksin. Çiçek naz mı yapıyor? –Kıracaksın, yapraklarını keseceksin. Güneş erken mi gidiyor? -Su dökeceksin. Yabancı otlar her gün baş mı kaldırıyor? Her gün ezeceksin. Ezmezsen, büyürler ve seni ezerler. Böyle diye diye ne kendi bir şeyden zevk alan, ne kimseye zevk veren, her işini vurup kırarak halletmeye alışmış adamın gezegeninin başına yıkılması sence ne kadar sürer?
Beşinci gezegen kek kişilik küçük gezegeninin en büyük gezegen olduğuna inanan adamın gezegeniydi. Evrende kaç gezegen var? Milyon? Milyar? Gözünün gördüğü 5-10 gezegene bakıp da kendi küçük gezegeninin bu gezegenlerin en büyüğü olduğuna inanan bir adam yaşardı buralarda. Gezegenini bu kadar büyük olması nedeni bu kadar önemliydi kimse bilmiyordu. Zira önemli olan gezegeninin ne kadar büyük olduğu değil, o gezegende senin neler yapabildiğindi. O adam bunu hiç anlamadı, sürekli olarak etrafındaki gezegenleri inceledi, notlar aldı ve her defasında en büyük gezegenin kendi gezegeni olduğuna hükmetti. Oysa o bunları yaparken koyunu açlıktan öldü, gezegenini yabanıl otlar sardı, kaç gün batımı kaçtı... Evet, en büyük gezegen senin, en mutsuzu da. Küçük Prens bu gezegene gelmemişti; ama diğer gezegenler gibi bu gezegende de mutsuzluk olduğunu fark etmişti.
Küçük Prens’in uğramadığı ve varlığını bildiği diğer bir gezegen ise kendisine sürekli yeni düşmanlar yaratıp onlarla savaşan adamın gezegeniydi. Gezegenler arasında top tüfek sesleri gelirse kulağına ve üzerinde kara dumanlar olan bir gezegene denk gelirsen, o kendine düşman yaratıp bütün gün onlarla savaşan adamın gezegenidir. Diğer gezegenler ile hiçbir işi olmayan, kendisine kendi gezegeninden sürekli yeni düşmanlar bulup onlarla gezegeni için savaşan bir adamdır bu. Öfkeli, sürekli mutsuz, kapkara biridir bu adam. Bir gün otlarla savaşır, bir gün gülle, bir gün koyunla... Çünkü hepsi onun gezegenini ondan çalmaya çalışan düşmanlar, hainlerdir. Oysa o gezegeni ona koyunlar vermişti...
Yedinci gezegen kraldan daha büyük bir unvan arayan kralın gezegeniydi. Şu ana kadar gezdikleri gezegenlerle ne çok benziyor demi gezmediği gezegenler. Mantıksız emirler vermeyen, kuşlara uçmasını, balıklara yüzmesini emreden kraldan başka, kraldan daha büyük bir unvan arayan, bulamadığı için her gününü üzgün geçiren bir kralın gezegeniydi bu gezegen. Bu kral tüm vaktini, enerjisini kraldan daha büyük yetkilere sahip, kraldan daha üstün bir unvan bulma yolunda harcardı. Gezegeninde krallık yapabileceği kimse yoktu; ama olsun onun için hiçbir sorun yoktu. Buradaki milyarlarca gezegende bir sürü kral olmalıydı ve o halde o bütün kralların da kralı olabilmek için başka bir şey olmalıydı. Tüm yetkiler onda, tüm gezegenlere ayaklarının altında olmalıydı. Bu kral, kraldan başka bir şey olmalıydı, ama ne? Kendini diğer insanlardan üstün görüp duran egoist, kendini beğenmiş ve otorite sahibi olmaya çalışan bir insan ne kadar mutlu olabilir? Peki, çalışanları ne kadar mutlu olur? İşte o zaman bu kral aradığı unvanı bulursa önemli olan bu sorular sorulmak zorunda kalınıyor. Umarız ki kendi dışında diğer insanları da mutsuz edecek bir şey bulmaz.
O hiç gitmediği son olan sekizinci gezegen ise bitki, hayvan, insan herkese eşit ve adaletli davrandığını iddia eden yöneticinin gezegeniydi. Ne var bunda demeyin. Herkese aynı mesafede davranılmaz. Yine küçük bir gezegende yaşayan gezegenler arasında en adaletli gezegen benimki! diye gerim gerim gerinen bir yönetici vardı. Gezegenini üzerinde yer alan taşa toprağa bile adil davranırdı bu adam ya da öyle olduğunu düşünürdü(!). Çünkü bitkisi olsun hayvanı olsun, taşı, toprağı olsun herkese kendi yediğinden, kendi içtiğinden verirdi. Ona göre adalet, eşitlik, herkesin kendisinin yediğini, içtiğini, kendisinin yaptığını yapmasıydı. Mesela Koyun ot yemeliydi; ama çiçek de ot yemeliydi. Bitkinin güneşe ihtiyacı vardı, o sebeple koyun da bitki gibi saatlerce güneşin altında kalmalıydı. Bu yöneticinin adalet anlayışı buydu. Farklılıkları görmez, farklı ihtiyaçları anlamazdı. Herkes onun mutlu olduğu şeylerden mutlu olmalı, herkes onun yaptıklarını yapmalıydı. Eğer bunu istemiyorsa koyun ve istemiyorsa çiçek, taş, toprak gitmeliydi bu gezegenden. Bu hakkı veriyor olması bile onun ne kadar adil olduğunun bir işareti değil miydi? Çiçek yürüyemez mi? O kadarını da o düşünsün artık canım demi?
Küçük Prens’in gitmediği; ama varlığını bildiğimiz sekiz gezegen böyleydi. Neden gitmediği de açık galiba. Diğer gitmiş olduğu gezegenlerdeki yönetici tipi ile bu sekiz gezegendeki yönetici tipi birbirlerine benzemektedir. Otoriter, bayağı, nitelci, elitist, egoist yönetici tipindeki aynı karakteristik özellikler Prens’in gitmemiş olduğu gezegenlerde de vardır. Yazar aynı şeyleri, farklı kelimelerle yazdığını fark etmiş olacak ki kitabı kısaltmaya başladığı zaman Prens’ini bu gezegenlere yollamamaya karar vermiştir.
Aynı zamanda değinmeden geçemeyeceğim kitabın biyografi olduğunun en büyük kanıtı kitap içerisinde anlatılan gezegenlerdir. Küçük Prens kitabın içinde hikâyesine çölde başlamakta ve diğer gezegenleri gezmeye, en sonunda kendi gezegenine gitmektedir. Bu olayın gerçekteki hikâyesine bakacak olursak da Saint-Exupéry uçağını sahra çölüne düşürmekte ve bir şekilde oradan kurtulmaktadır. Savaş pilotu olduğu için ülke ülke gezmekte ve sonunda ülkesine dönmektedir. Saint-Exupéry bulunmuş olduğu ülkelerdeki yönetici sınıflarını iyice benimsemiş, öğrenmiş ve bunu yazmış olduğu kendi kitabında kullanmaya karar vermiştir. Bu durum bir yazarın nasıl yaratıcı olduğunu ve yazmış olduğu kitabın ne denli bu kadar insanlar tarafından benimsendiğinin göstergesidir.
Yönetici tipleri hiçbir zaman değişmemiştir. Geçmişten günümüze kadar olan süreç içerisinde hep aynı olmuş ve olmaya da devam edecektir. Küçük Prens’in yetişkinlere hitap eden yönü de tam bu noktasıdır. Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry’nin ta kendisidir ve ölümsüz kalabilmek ve bu yaşadıklarını bize ders niyetinde bırakabilmek için yazılarını bir çocuk kitabı formatında toplamış ve bizlere aktarmaktadır.
Bir kez daha Onedio Editörü “diazepam”e teşekkürlerimi iletiyorum.
Esenlikle kalın,
MS
Kaynak: http://onedio.com/haber/kucuk-prens-kitabinda-yer-almayan-baska-8-gezegenin-hikayesi-333828
Etiketler:
Antoine de Saint-Exupéry,
bayağı,
criticise,
diazepam,
Editör,
egoist,
eleştiri,
elitist lider,
erdem,
gezegenler,
inceleme,
Küçük Prens,
nitel,
Onedio,
otoriter,
ülkeler,
yönetici tipi,
yöneticilik
Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry
Uzun bir aradan sonra tekrardan kitap incelemesi ile karşınıza çıktım. Bugün ele alıp size sunacağım kitap büyük küçük herkesin sevdiği bir kitap "Küçük Prens". Yazıma başlamadan önce siyasal düşünceler tarihi, siyaset sosyolojisi derslerinde bana yol göstermiş ve daha birçok dersimde de birlikte yürüyeceğimi düşündüğüm güzel insan Doç. Dr. Hasan Bahadır TÜRK'e teşekkürlerimi sunuyorum.
Saint-Exupéry'nin kaleme almış olduğu Küçük Prens, çoğu insan tarafından bir çocuk kitabı olarak zannedilmektedir. Yazar yaklaşık 1000 sayfada anlattığı hikâyelerin çok uzun olduğunun söylenmesi karşısında kitabı kısaltmaya başlamış ve ardından şu sözleri söylemiştir: "Yazıyı mükemmel yapan eklenecek bir şey kalmaması değil; yazıdan çıkarılacak bir şeyin kalmamasıdır." Küçük Prens içinde anlatılan hikâyelerin bir bölümü Saint-Exupéry'nin biyografisi olarak düşünülmektedir ve açık bir şekilde söylemeliyim ki buna canı gönülden inanıyorum. 250'den fazla dile çevrilen bu kitap metaforik bir yapıya sahip olup okuyan her farklı yaş kitlesi için farklı mesajlar barındırmaktadır. Yani demek istediğim 10 yaşındaki bir çocuğun alacağı mesaj ile 30 yaşındaki bir adamın alacağı mesaj tamamen farklıdır. Bu durum da Küçük Prens'i Küçük Prens yapan en önemli ve en değerli yapı taşıdır.
Bu kitabı ilk okuduğumda 9 yaşımdaydım. Aradan 11 yıl geçtikten sonra üniversitemde sınav sorum olacağı hiç aklıma gelmezdi. Gözüm açılmıştı, kitap değişmişti sanki. Sanki birisi kütüphanemdeki Küçük Prens'i almış ve içindeki yazıları değiştirip tekrar yerine koymuştu. Küçük Prens bir "LİDERLİK, YÖNETİCİLİK" kitabıdır. Sınav sorumda cevap farklı bir şey istendiği için o gün bu yazacaklarımı kaleme alamamıştım ya da ben hocamı tanımadığımdan düşük not alırım diye yazamamıştım. Fakat şimdi ki hissettiğim duyguları o an da hissetmiş olsaydım kötü not alsam bile içimden geldiği gibi düşündüklerimi kaleme alırdım. Olsun bir kez daha aynı kitaptan kendimi sorumlu tutuyorum ve kendime yeni bir soru yazıyorum. Kitabı okumuş olanlar az sonra yazacaklarımı okumadan isterlerse kendilerine biraz zaman ayırıp cevabı düşünebilirler.
Soru: “Küçük Prens kitabı ile toplum içerisindeki yöneticilik arasındaki bağ var mıdır? Varsa kitap içinden anekdotlarla açıklayınız.
Başta da belirttiğim gibi Küçük Prens yetişkin bir kişi için artık “Yöneticilik” el kitabı haline gelmiş ve alt-mesajlarla dolu bir form haline bürünmüştür. Olay örgüsü içerisinde Küçük Prens kendi küçük gezegeninde tek başına yaşayan bir insandır. Fakat bu yalnızlığı bir gün sona erer ve gezegeninde bir gül açar. Prens’in gülü büyür, gelişir ve kocaman olan, mis gibi kokan bir çiçek haline gelir ve Prens ona gözü gibi bakar; ama Prens’in kafasını kurcalayan tek bir soru vardır. Bu güle daha iyi bakabilmek, onu daha mutlu edebilmek için ne yapmalıyım? Prens, diğer gezegenleri ziyaret eder ve bu ziyaret sürecinden sonra farklı gezegenlerdeki farklı yönetici tipleri ile karşılaşır.
İlk gittiği gezegen kendisi gibi küçük bir gezegendir. Herkese kaba kuvvet ve zorla iş yaptıran, halkının mutlu olmadığı ve kralını sevmediği bir gezegendir bu ilk gezegen. Yönetici tipi mutlak otoriter yöneticidir. Prens, herkesin korkarak zorunluluktan iş yaptığı, kralının arkasından alay eden, itaat eder gibi yapıp aslında kralının arkasından dalga geçtikleri bir toplum ve yönetici tipi ile karşılaşmaktadır. Bu otoriter yönetici ve altındaki bakanlar öylesine eril tahakkümü benimsemişlerdir ki halkının arasına katılırken bile gülümsemeden, somurtarak ve mutsuz bir şekilde yürümektedirler. Çünkü eril tahakküm içerisinde erkek sürekli gülmez, sürekli neşeli olamaz, sürekli koşup dolaşamaz. Küçük Prens, gezegeni hiç sevmemiş ve ayrılırken “acaba çalışanların yöneticiden öğrenebileceği bir şey var mı?” diye düşünmüştür.
İkinci gezegen de Küçük Prens’i hayal kırıklığına uğratmaktadır. Çünkü Küçük Prens, gezegenin başında kendini beğenmiş, kendinin en güzel, en zengin, en yakışıklı, her şeyin en iyisine sahip olduğunu düşünen ve bunu halkına ispatlamaya çalışan bir yönetici sınıfı ile karşı karşıya gelmektedir. Bu yönetici tipi egoist, kendini beğenmiş yöneticidir. Çalışma toplantılarda sürekli kendi eğlencesini ve yaptıklarını anlatan bir yönetici yanındaki insanlar onun bu denli megalomanyak kişiliğine niye katlanırlar peki? Cevap basit, artı prim yapıp daha fazla ücret almak için. Yönetici yanındaki insanlar ne kadar çok yöneticisini över ve onun üstün olduğunu ona karşı söylerse o kadar çok maaş ve prim alırlar. Yöneticiden öğrenilecek hiçbir şey yok; ama yöneticiden alınacak para çok. Fakat bu durum nereye kadar böyle gider kimse bilemez? Küçük Prens bu gezegenden de ayrıldığında hoşnut olmamıştır.
Küçük Prens için sıra üçüncü gezegene gelmiştir. Tahmin ettiğiniz üzere Prens yine umutsuz bir şekilde yoluna devam etmektedir. Üçüncü gezegende ise karşısına sarhoş bir adam çıkmaktadır. Prens ile yaşadıkları diyaloglar sonrası sarhoş unutmak için, içtiğini unutmak için içtiğini söylemektedir. Bir insan neden sürekli ömrü boyu aynı şeyi yapar? Bu bir hastalık mıdır, yoksa kişilik midir? İkisi de olabilir saplantılı insanlar ömürleri boyu sürekli aynı şeyi yaparlar. Çünkü kendilerinin öyle mutlu ve rahat olacağını düşünürler; ama hiçbir zaman olamazlar. Anladığınız üzere üçüncü tip yönetici sınıfı saplantılı yöneticidir. Bu tipin hayatını sürdürme tarzı eskiden öğrendiklerini hiç değişime uğratmadan ve yeniliklere açık olmadan yıllar geçse uygulamaktadır. Adı üstünde saplantılı yönetici, hayatta bir şeylere kendini saplamış ve onun üzerinden, ona bağlı olarak hayatını geçirmeye çalışan bir insandır. Yaratıcı zekâları gelişmeyen, az olan ve tek düz, çeşitliliğe sahip olmadan hareket eden yönetici tipidir. Prens, yine hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü mutsuz ve yaşama sevincini yitirmiş bir insanın halkını mutlu etmesi söz konusu olabilir mi?
Sıra dördüncü gezegene gelmiştir. Prens, hiç yılmadan yoluna devam etmekte ve gülüne neyin daha iyi geleceğinin bulma çabası içinde her şeyi göze almıştır. Prens’in bu gezegende ise karşına bankacı çıkmıştır. Her şeyi sayıya vuran ve sayılabildiği sürece değerli olduğunu düşünen bir yönetici sınıfı ile karşı karşıya gelmiştir. Bu yönetici tipi sayısalcı veya diğer bir deyişle nitelikçi yöneticidir. Çalışanlarının önüne kaç tane dosya bıraktığı, mal varlığının ne kadar olduğu, kaç tane proje yapıldığı bu yönetici için önemlidir. Ama yüzlerce dosya içinde ele alınabilecek bir veya iki dosya varsa, mal varlığının sürekli yükselmesine rağmen hayatın pahalı olmasına aklı yetmiyorsa veya onca proje içinden bir tane bile prestij yaratacak bir olay yoksa nicelin önemi var mı? Bunun cevabını artık bu söylediklerimden sonra sizde verebilirsiniz. Cevap açık bir şekilde yok. Çalışanların sürekli bu tip yönetici için mal varlığını veya da mal mutluluğunu (mal varlığı, bu tip insanlar için mutluluktur.) arttırmak için çalışırken, yönetici emir verip kendi cebini ve cebini düşünmekten başka ne yapar? Kocaman bir hiç yapar. Bu tip yönetici de diğer üçü gibi kötüdür.
Sıra beşinci gezegene gelmiştir. Fenercinin gezegenidir bu gezegen. Okurken sadece ışık açıp kapatmak veya karanlıkta insanlara yol gösteren bir kişi mi acaba düşündüğünüz fenercinin gezegeni. Sabah ışıkları söndürdüğü, akşamları açtığı sürekli ayın emir komuta zinciri içerisinde hayatını geçiren bir karakterdir fenerci. Kitap her okunduğunda farklı anlamlar kazanan bölümlerden birisidir fenerci bölümü. Çünkü ilk seferlerinde insanlara yol gösteren biri olarak algılanan, daha felsefi düşünüldüğü zaman insanlara doğru yolu, aydınlığı gösteren ve en sonunda yönetici tipi olarak “bayağı yönetici” algılanan bir karakterden bahsediyorum. Felsefi olarak yanlış düşündüğümüz sebebi ise doğrunun insandan insana değişebileceği konusudur. Doğru kimin için doğru veya aydınlık kimin için aydınlık? Sonuç olarak fenercinin doğrusu insanları öldürmek ve gezegende tek başına yaşamak ise doğru diye yol gösterdikleri insanların da sonunu getirebilir. Yönetici tipine geri dönecek olursam beşinci gezegenin yöneticinin bayağı yönetici yani tapon yönetici olduğu gözlemlenmektedir. Bu tip yönetici sınıfı kendini hiç değiştirmeyen, gittikleri her yerde aynı duruş ve konuşma üslubu sergileyen. Dördüncü gezegendeki gibi yeniliğe açık olmayan ve kendi kafasındaki doğrularla ilerleyen bir yönetici tipidir. Bu tip insanlar zaten doğruları kendilerinin bildiğini düşündüğü için ve kendi içlerine kapanık oldukları için öğrenmeye ve bildiklerini öğretmeye kapalıdırlar. Peki, bu tip insanlar sizin hayatınızda var mı? Varsa size ne kadar yararları dokundu ya da hiç kendi menfaatleri dışında dokundu mu? Bu tipten de Prens ve tabi ki sizin için bir fayda gelmez.
Kitapta birçok gezegen olmasına rağmen Prens’in gittiği son gezegen Coğrafyacının gezegenidir. Her şeyin yerini bilen, önemli bulduğu her şeyi not alan bir yönetici tipini sembolize etmektedir. Bir akademisyen olan bu tip, sadece iyiyi, güzeli, değerliyi, önemliyi ve yararlı olanı not almaktadır. Tahmin ettiğiniz üzere toplum içindeki hangi zümre diğer sınıflardan kendinin farklı olduğunu düşünür ve onlardan üstün olduğu kanısına varır? Elit grup toplumdan her zaman bir üst basamakta yer aldığı düşünür. Coğrafyacının sembolize ettiği yönetici tip ise elitist yöneticidir. İyi-kötü, güzel-çirkin, değerli-değersiz, önemli-önemsiz, yararlı-yararsız, zengin-fakir gibi ayrımlar yapan bir insan yönetici olamaz. Çünkü bir toplumda yönetici olunacaksa toplum içerisinde yaşayan her birey o devletin bir ferdi olup herkese aynı hak ve eşitlik verilmek zorundadır. İnsanları A ve B diye ayırır ve ötekileştirirsek yönetmemiz daha da zorlaşır. Bir toplum içinde insanları en kolay yönetme şekli “insanların birbirlerinden farklı olmadıklarını ve onların aslında aynı olduklarını, bir olduklarını” inandığı zamandır. Çünkü hem kriz çıkma riski az olur hem de talepler halk tarafından aza indirgenmeye başlar.
Sonuç olarak Küçük Prens gittiği gezegenlerde aradığı cevabı bulamamıştır. Çünkü aslında cevap onun yüreğinde saklıdır. Kimseye muhtaç olmadan, her şeye sahip olan ve cesaret ateşi ile alevlenmiş bir yönetici tipidir Küçük Prens. Gül’ünü daha mutlu, daha iyi, daha güzel yapmanın çabası içinde gezegen gezegen hakikati, erdemi ve bilgi yoluna düşmüş insanın gezegenlerden eli boş döndüğü söylemek yanlış olacaktır. Çünkü o her gezegende tanıştığı yönetici tipi ile aslında ne olmaması gerektiğinin kanaatine varmıştır. Küçük Prens bir yönetici, gül ise onun çalışanları ve halkıdır. Küçük Prens, cevabı aklında değil yüreğinde bulmuştur. Çünkü Küçük Prens’in insanlara, halklara ve özellikle de liderlere vermiş olduğu alt mesaj gibi göz kördür, gönüllen görmek gerekir. Bu gönül, yürektir. Bu gönül, kalptir. Hayatta karar verirken sadece kendi mutluluğunuzu değil, etrafınızdaki insanların da mutluluğunu düşünün. Sadece kendi maddiyatınızı değil, diğer insanların da maddiyatını düşünün. Şu hayatta sadece kendinizi mutlu etmek için değil, yanınızdaki en yakınızı da mutlu etmeye çalışın, etrafınızdakileri de mutlu etmeye çalışın, halkınızı da mutlu etmeye çalışın. Ne zaman bunu başarırsanız ve Küçük Prens’in gezdiği gezegenlerdeki yöneticilerin düştüğü hatalara düşmezseniz o zaman gerçek bir lider olursunuz.
Esenlikle kalın,
MS
Etiketler:
Antoine de Saint-Exupéry,
bayağı,
criticise,
egoist,
eleştiri,
elitist lider,
erdem,
gezegenler,
inceleme,
Küçük Prens,
nitel,
otoriter,
ülkeler,
yönetici tipi,
yöneticilik
14 Temmuz 2014 Pazartesi
A Beautiful Mind - Akıl Oyunları - Ron Howard
Zekânızın sizinle oyun oynadığı
an oldu mu? Peki, bu anın içindeyken hiçbir oyunun içinde olduğunu fark ettiniz
mi? İnsanlar hayatlarında en mutlu olduğu anları veya güzel vakit geçirdiği
şeyleri yaparken zamanın farkında olmaz; aynı zamanda etrafında olup bitenin
veya kendisinde olan değişimleri de fark etmez. Bu Einstein’ın Kuantum fiziği
ile açıklanabilen bir durum.
Bu söylediklerim aklınızın bir
köşesinde kalsın bugün ele alacağımız film Ron Howard’ın yönetmenliğini
üstlendiği Sylvia Nasar’ın “Akıl Oyunları” romanının beyaz perdeye uyarlandığı
yine kitabın aynı ismiyle vizyona girmiş “Akıl Oyunları”. Film, kitabın
neredeyse bire bir uyarlaması olarak izleyici karşısına çıkmış ve şu güne kadar
yapılmış en güzel uyarlamalardan birisidir. Unutmadan söylemem gerekir ki,
Nasar’ın kale almış olduğu kitabın John Nash’in biyografisini ve dram
hikayesini anlatan bir kitap olarak zamanında okuyucu karşısına çıkmıştı. 2001
yılında ise kitap okuyucu karşısına değil, izleyicilere beyazperde de altın
tepsi üzerinde verilmiştir. Her ne kadar uyarlamanın kusursuza yakın olduğundan
bahsetsem de beyazperde de hikâye üzerinde oynandığını söylemeden geçemeyeceğim.
Yönetmen hikâyenin bazı yönlerini filmin akıcılığı yönünden her ne kadar
değiştirmiş olsa da hikâyenin gerçeğini bilmeyen kişiler için film gayet hoş ve
akıcı bir film olarak izleyici karşısında kalmaya devam etmektedir. Tabi, bunlar
benim fikirlerim. Benim için bu artı ve eksi yönleri varken sizin için belki de
başka yönleri olabilir.
Filmin konusu Russell Crowe’un canlandırdığı
John Nash adlı şizofren matematikçinin hayatı üzerinden olay örgüsünü sağlıyor.
Genç yaşında kendi kurmuş olduğu matematik kuramları ile dünyanın en iyi
matematikçi olmasına rağmen, zekâsının ona oynadığı oyunlarla kendi akıl
sağlığını yitirmeye başlıyor. Bencilliği ve her şeyi bildiğini sandığı o
kocaman ego hissi ise akıl sağlını kaybetmesinin farkına varmamasını sağlayan
oyundaki en büyük iki piyon. Hayatta herkesin önünde bir numaralı adam olan
birisi neden egoya sahip olur sorusunu sormadan edemeyeceğim. İnsan hayatında
demlendikçe, önemli mertebelere geldikçe ego duygusunun aslında boş bir duygu
olduğunu fark etmesi aşamasına gelmesi gerekirken neden hala o aç, doymayan ego
sürekli büyümeye çalışıyor? Filmde bir alt başlık olarak işlenen konu da bu
işte “ego”. Aslında ego, kendini büyük görmek veya herkesten üstün olduğunu
insanların yüzüne vurmak kimse için bir anlam ifade etmiyor. Eğer kafanızın
içindeki o organ size hayatı çok farklı göstermeye başlıyor ve sizi insanlardan
uzaklaştırıyorsa ego denilen, kendini üstün görme hissinin hiçbir anlamı yok. İnsanın hayatta en çok koruması gerekenin akıl
sağlığı dedirtebilecek bir film. Delilik ve dâhilik arasında bulunan o ince çizgide,
delilik tarafına doğru sürüklenen bir adamın hayatının nasıl bir anda döndüğünü
anlatan, izleyiciyi ekran başına kitleyen, acaba nasıl bir son gelecek dedirten
bir film “Akıl Oyunları”.
Halen izlemeyen kişiler varsa açık
bir şekilde söyleyebilirim ki çok şey kaçırmışsınız. Beyazperde de gerçek bir
kişinin hayatının konu alınıp bunu izleyici karşısına çıkarılmasının ayrı bir
başarı göstergesi olduğunu düşünmemin üstüne ayriyeten film içerisindeki
duyguların izleyiciye de hissettirilmesi mükemmel bir şey. Ron Howard’ın
yönetmeniği yapmış olduğu, Jennifer Connelly, Paul Bettany, Josh Lucas ve özellikle
(başrol) Russel Crowe’un oyunculuğunu yapmış olduğu tam bir başyapıt
diyebileceğim bir film.
Aklınızın size oyun oynamasına
izin vermeyin. Çünkü bazen fark ettiğinizde her şey için çok geç olabilir.
İyi seyirler,
MS
Etiketler:
A Beautiful Mind,
akıl,
Akıl Oyunları,
başyapıt,
beyazperde,
criticise,
critique,
Deha,
Delilik,
eleştiri,
John Nash,
Ron Howard,
Russel Crowe,
Sylvia Nasar,
şizofreni,
uyarlama,
zeka
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)